Ziya Gökalp ve Türk Modernleşmesi : Ziya Gökalp Bugün Bize Ne Söyler

Ziya Gökalp ve Türk Modernleşmesi : Ziya Gökalp Bugün Bize Ne Söyler

Bir Mütefekkir Sosyologun Doğuşu

 

Bu yıl Ziya Gökalp’in vefatının yüzüncü ölüm yılında bulunuyoruz. 1876’da Diyarbakır’da Mehmet Ziya adı ile dünyaya gelen Ziya Gökalp, 25 Ekim 1924’te Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci yıldönümünde vefat etmişti. Ülkemizde bu yıl Ziya Gökalp, vefatının yüzüncü sene-i devriyesi münasebeti ile dikkate değer bir ilginin odağı olduğunu görüyoruz. Onun erken Cumhuriyet üzerinde etkisinin boyutları konusunda birçok farklı görüş bulunsa da esasında Gökalp’in Türk modernleşmesi için ortaya koyduğu onca çabaya rağmen layık olduğu ilgiyi görmediği gerçeği, bugünkü gösterilen ilgi ile adeta tarihin garip bir cilvesini oluşturuyor. Geçen bu yüz yıllık zaman diliminde, onun biz sosyologları ilgilendiren Türk sosyolojisinin kurucusu olması özelliğinin dışında daha çok Türkçülük akımının en önemli teorisyen ve ideoloğu olarak tanımlandığı ve kabul gördüğünü, bu özelliğine bağlı olarak toplum kesimleri tarafından ya bayraklaştırıldığına ya da reddedildiğine tanık olduk. Ancak bugün içinde bulunduğumuz durum bu gerçekliğin büyük bir dönüşüm geçirdiği yönündedir. Artık Gökalp, sadece Türk milliyetçisi toplum ve siyaset kesimlerinin değil neredeyse tüm Türk toplum ve siyaseti tarafından benimsenen bir kişiliğe dönüşmüş bulunmaktadır. En azından ona başlarda ciddi rezervlerde bulunan İslamcı ideoloji grupları içinde de Ziya Gökalp eskiden kabul edildiği biçimin çok uzağında bir kabul ve ilgi görmektedir. Bunun en önemli nedeni hiç kuşkusuz toplum çıkarlarımızın her zaman devingen bir yapı arz eder olması ve tarihte olup biten olaylara ve kişilere başka açılardan bakma imkan ve zaruretidir. Bu bakımdan ölümünün üzerinden yüz yıl geçmiş bir tarihsel şahsiyet olarak Gökalp’e tekrar ve farklı bir zaviyeden bakabiliriz. Şimdi gördüğümüz Ziya Gökalp, yukarıda ifade ettiğimiz gibi söylemleri çok geniş bir toplum kesimi tarafından kabul görmeye başlamış bir tarihsel kişiliğe dönüşmüştür. Onun Cumhuriyet’in kuruluş aşamaları olarak ifade edebileceğimiz İkinci Meşrutiyet döneminden beri savuna geldiği fikirlerin ilginç bir şekilde günümüzde de hala belli ölçülerle de olsa geçerliliğini muhafaza ediyor olması onun görüş ve yaklaşımlarının aşılamadığına da işaret ediyor. Gökalp’in gerek akademik ve gerekse de siyasi faaliyetlerinin odak noktasını kimlik sorunu etrafında şekillendirmiş olması onun günümüzden yüz yıldan fazla bir zaman önce dile getirdiği yaklaşımların hala günümüz Türkiye’sinin tartışma konuları arasında olamaya devam etmesi onun meseleler karşısından ne derece büyük bir öngörüye sahip olduğunu da göstermektedir. 

 

Peki Gökalp neyi savunmuştu. Onu günümüz Türk toplumu için hala değerli  ve önemli kılan gerçekler nelerdi. Gökalp’in hayatının değişik dönemleri içinde farklı görüşleri savunduğunu söyleyerek başlamak gerekiyor. Ama hayatının tüm dönemlerini içine alan temel duruş noktası Devlet ve toplumun içinde düştüğü açmaz ve bunalımlara çare bularak Devleti kurtarma misyonu, dönemin tüm aydınlarında olduğu gibi onda da değişmez bir karakter yaratmıştı. İlk gençlik yıllarını geçirmiş olduğu Diyarbakır’da geleneksel ortamın vermiş olduğu değerler ekseninde din ve devlete ilişkin yaklaşımlarını Osmanlı kimliği altında ifade etmeye başlamıştı. Osmanlılık bizi bir arada tutabilecek temel zamk ve bir arada yaşama mefkuresi olarak yeterliydi. Çokkültürlü bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti için o dönemde aranan ideoloji buydu. Mehmet Ziya da bu ideolojinin etkisi altında olmakla birlikte kafasında yasak düşünceler kısa zamanda sökün etmeye başlayacaktı. İdadi yıllarında tanıştığı Rum Doktor Yorgi ve Türk Batıcılaşmasının önemli ismi Abdullah Cevdet gibi kişilerin onda travmatik bir dönüşüme yol açarak kafasında ciddi bulantılar yaratmış olduğunu biliyoruz. Aslında genç Mehmet Ziya’nin yaşadığı bu entelektüel bunalım kendisinden önce yaşamış tüm Tanzimat intelejansiyası için de benzer bir kader olarak karşımıza çıkmaktadır. Geleneksel bir muhitte samimi inanmış Müslüman bir aile içinden çıkmış bir gence inandığı dinin inanç esaslarının yaşadığı çağın gereklerini kavramaktan ve karşılamaktan uzak, tarihsel açıdan geçerliliğini artık sürdürmesinin mümkün olamayacağı boş inançlardan ibaret olduğunu ifade eden büyük bir ideolojik rüzgar, hatta tsunami, onu da tesiri altına almıştı. Bir yandan etkisi altında olduğu geleneksel değerler sistemine bağlı kalmak istiyor fakat aklında, zihninde onu bir türlü bırakmayan deli fikirlerin iğvası altında bocalıyor, derin buhranlar geçiriyordu. Emin Erişirgil’in ifadesi ile “ o zamana kadar okuduklarında inanabileceği tek dünya görüşü İslam mutasavvıflarının görüşleriydi. Oysaki İdadi’de doğa bilimleri öğretmenlerinin söylediklerinden çıkan sonuca göre, insan, doğanın kölesinden başka bir şey değildir. Şu halde, tasavvufun hakikat-i kübra dediği, “büyük gerçeği” bulmak için makamlardan geçmek iktidar ve enerjisine nasıl sahip olabilecekti? Bu da düşüncede onu kötümserliğe götürüyordu.”

 

Gökalp’in bu entelektüel buhranları yaşadığı yıllar İkinci Abdulhamit’din İstibdad  dönemine rastlar ve bu dönemin bendin ve kötümserliği ile tanınmış Servet-i Fünun Edebiyatı da gençliği derin tesiri altına almıştır. Tevfik Fikret, Halit Ziya, Mehmet Rauf bizzat bu bedin edebiyatın önemli temsilcileri olarak İstanbul’dan tüm Osmanlı taşrasına doğru yayılan bir etki ile yeni genç jenerasyonlarda büyük karşılık bulur. Ütopyacı bireyciler elinden kötümserliği oldukça ileri boyutlara vardıran bu devir edebiyatında hayata küsme, intihar, toplumsaldan kaçış, kırılış, mutluluğu yitirme ya da hiç elde edememe gibi temalar ön plana çıkarken, eserlerine verdikleri isimlerde de tam anlamı ile bu karamsarlığı çağrıştıran ifadelerin izine rastlanabilir : Mai ve Siyah, Rubab-ı Şikeste (Kırık Sazlar), Hayal İçinde, Hayat-ı Muhayyel, Kırık Hayatlar, Eylül gibi insanda hep umutsuzluk izlenimi verecek isim ve tamlamalar ön plana çıkarılmıştır. Bu metinleri yakından takip ettiği anlaşılan genç Mehmet Ziya’nın :“ Madem ki Türk halkı bugün romandan başka bir şey okumamaktadır  öyleyse, bugünün  insanına da romancılar mürebbilik yapacaktır.” Ah romancılar, ah romancılar! Bugün siz elinizdeki kuvveti biraz bilseydiniz, az zamanda memleketin ahlâkını değiştirebilirdiniz. Gazetelerde her gün müteaddit intihar vakıaları okuyoruz. Bunların yüzde doksanında romanların tesiri vardır. Romanların ruhlar üzerindeki tesirleri büyüktür. Roman bir taraftan halktan alır, diğer taraftan halka verir” diyerek hem romanın toplumsal etkisine vurgu yapar hem de bireysel olarak da bu romanların ne kadar etkisi altında olduğuna işaret eder.

 

Kendi satırlarında da vurguladığı gibi bir yandan dönemin pozitivist ve vülger materyalist bilim anlayışı ve ona paralel giden edebiyatın da tesiri ile bir çıkmaza giren Mehmet Ziya kendi hayatına kast ederek intihar edecek bir raddeye doğru gerilemiştir. Daha sonra bu konuda yapacağı açıklamalarda intihar girişimi sürecine şu şekilde açıklık getirir: “ Aklımın beni sevk ettiği kanaatle gönlümün istekleri arasındaki tezat beni cehennem hayatına sürükledi. Sabaha kadar uyuyamadığım günler pek çoktu (…) Bu bunalım felsefi düşünüşten ileri geliyordu. Tasavvufça düşünmenin verdiği alışkanlıkla “hakikat-i kübra” dediğim, beni tatmin edecek gerçeği bulabilseydim, hiçbir derdim kalmayacaktı. O sıralar Doktor Abdullah Cevdet, Diyarbakır’a geldi; cesurdu. İstibdat idaresinin İslamlıktan kuvvet aldığını, memleketin bütün sefaletinin ve geriliğinin sorumlusunun din olduğunu açıkça söylerdi. Kısa zamanda doktorun dinsizliği Diyarbakır’da yayıldığı için, amcam, onunla sıkı fıkı görüşmemi istemezdi. Buna rağmen bu aydın doktordan bir şeyler öğrenmeye çalışıp dururdum. Bir gün bana, doktor Athéisme adlı bir kitap verdi. Onu okuyunca büsbütün sarsıldım. Kalbimdeki bütün inançların artık boşaldığını hissediyordum. Yine uykusuz kaldığım bir günde arkadaşımın birinin verdiği silahi çektim; kurşun alnımın kemiğine saplandı”.

 

Bereket versin ki Mehmet Ziya bu ilk gençlik buhranı sonucunda başvurduğu bu trajik intihar vesilesi ile hayatına son vermede başarılı olmaz. Kurşun daha sonra 48 yaşında İstanbul’da vefat edeceği tarihe kadar şakak kemiğinin altında duracaktır. Bu dönemden sonra hayatında bir başka dönem başlar. İstanbul’da o dönem iyi eğitim almak , Batı bilim ve tekniği öğrenmek isteyen gençlerin gittiği okullar sınırlıdır. Mektep-i Mülkiye, Mektep-i Tıbbiye, Baytar Mektebi gibi çağdaş fen ve sosyal bilimlerin okutulduğu ve Batılı tarzda tedrisat veren okullar bunlarla sınırlıdır. O da, parasız olan Baytar Mektebine yazılır. Bu okuldan ondan önce İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif’in de mezun olduğunu hatırlatalım. Ancak maalesef Ziya bey burada başladığı öğrenimini kafasında taşıdığı yasak fikirler yüzünden yarıda kesmek zorunda kalacaktır. Abdülhamit döneminin sonlarına doğrudur ve okunması, bulundurulmaması lazım gelen yasak neşriyatlar vardır. Bunlardan birisinin dolabında bulunması sonrası başlayan kovuşturmalar Taşkışla’da 9 ay hapis cezası yatmasına kadar gider ve sonuçta okul ile ilişiği kesilerek tekrar Diyarbakır’ın yolunu tutar. Bu kez o da o devirin gözde sürgün mekanlarından olan Diyarbakır’da birçokları gibi  bir sürgündür.

 

Gökalp’in hayat çizgisinin izinden giderek onu takip ettiğimizde Diyarbakır’a tekrar döndükten sonra 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet ve Abdülhamit idaresinin sona ermesi önemli bir dönemece işaret eder. 1909’da önceleri yasak şimdi ise iktidar partisi olan İttihat ve Terakki yönetimi başlamıştır. Ziya Gökalp genç yaşına rağmen bu parti içinde kendine önemli bir yer edinmiştir. Selanik kentine doğu delegesi olarak davet edilir. Artık genç Mehmet Ziya, Ziya Gökalp’e evrileceği ve hayatının yeniden formatlanacağı bir yerde yeni zorunlulukların oluştuğu bir ortamda Türkçülük anlayışı ekseninde bir rotaya girecektir. Ancak Türkçülük denilince birçok yanlış anlaşılmaların da beraberinde geldiğini görüyoruz. Ziya Gökalp’in kendisi ile aynı dönemlerde bu iddiaları paylaşan fikir adamlarından farklı bir yolda bu ideali dillendirdiğini görmekteyiz. Rusya’dan gelen Akçura ve Ağaoğlu Türkçülüğü ile Gökalp Türkçülüğünü anlamak için unun Türkleşmek, İslamlaşmak Muasırlaşmak kitabına bakmak yetecektir. 

 

Türkçülüğe Yöneliş

 

Gökalp için modern bir toplum ortaya koymanın tek yolu Osmanlı’nın artık kendini apaçık eden çöküşüne karşı durarak Batı’nın maddi uygarlığını almaktan geçmektedir. Bu konuda Osmanlı aydınları arasında öteden beri bir konsensüs vardır. İslamcı, Batıcı, Türkçü tüm ideolojik cephelerde bu konuya bağlı bir konsensüs vardır. Daha sonraları Batıcıların batıdan sadece teknik alınmanın yeterli olmayacağı, gülü, dikeni, ahlakı ve hatta dinine varan bir çizgide Batının her şeyinin alınarak taklit edilmesi dışında bir kurtuluşun olmadığını söyleyenler çıkacak olsa da Gökalp bu konuda hayatının son dönemlerinde belli bir farklılaşma gösterse de hiçbir zaman total batıcı bir kimliğe bürünmemiş ve batıdan alınacak olanın kültür dışında ve özellikle de teknikle sınırlı olması konusunda ısrar etmiştir. Modernlik Batıyı üstün kılan unsurlar olan maddi uygarlık ve teknoloji ile sınırlı olunca onun önerisi de batının bu maddi üstünlüğünü sağlayan unsurlara adaptasyon sürecimiz olacaktır : “ Bugün bizim için muasırlaşmak demek, Avrupalılar gibi deridnavutlar ( zırhlı gemiler), otomobiller, tayyareler yapıp kullanmak demektir. Muasırlaşmak, şekilce ve maişetçe Avrupalılara benzemek değildir. Ne zaman malumat ve masnuat iktibas ve iştirası için Avrupalılara ihtiyaçtan müstağni olduğumuzu görürsek, o zaman muasırlaşmış olduğumuzu anlarız “

 

Gökalp savunmakta olduğu Türkçü anlayışı temellendirirken de dini kaynak ve mefhumlardan yararlanmayı onlara atıflarda bulunmayı ihmal etmez. Kur’an-ı Kerim’deki çeşitli ayetlere de atıflarda bulunarak miliyet ve kavmimet olgusunun yaratıcının muradı olarak ortaya koyduğu doğal bir yapı olduğunu vurgulayan Gökalp özellikle Hücurat suresindeki ayete işaret ederek bu sosyolojik gerçeğin yaratıcı tarafından da tecviz edildiğine işaret eder: “ Din-i İslam yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerimede kavmiyeti tecviz ettiği gibi ayet-i kerime ile de arada tearüf olmak şartıyla kabile ve şubelere yani kavim ve milletlere ayrılmayı tasvip buyurmuştur: “ Sizi şubelere ve kabileler halinde yarattık ki birbirinizle tearüf edesiniz”.

 

Gökalp’in bu süreçte çözmek zorunda olduğu ilk konu biz kimiz sorusuna nasıl bir cevabın verileceğidir. Bu anlamı ile Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak eserinde ilk olarak bu soruya da cevap bulunmalıdır. Sırasıyla Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojilerinin bu soruya hazır bir cevapları bulunmaktadır. Tanzimat’ın ortaya koyduğu çözüm Osmanlı kimliği olmuştur. Osmanlı hem Müslim hem de Gayrı-Müslim Osmanlı unsurlarını ihtiva eden bir kimlik olarak oldukça kullanışlı bir kimlik siyaseti sunabildiği iddiasındadır. Ancak  Gökalp’e göre önerilen bu kimlik siyasetini “ Tanzimatçı Türklerden başka kabul eden yoktu.” 19. Yüzyılla başlayan uluslar çağında farklı din ve milliyetlerden olan ulusları bir arada tutmak için Osmanlı kimliğinin yetersizliğinin farkına varılması için çok zaman geçmesine gerek kalmayacaktır : “ Milliyet mefkuresi ibtida, gayrı Müslimlerde, sonra Arnavut ve Araplarda en nihayet Türklerde zuhur etti. Türklerin en son kalması sebepsiz değildir: Osmanlı Devletinin Türkler teşkil etmişlerdir. Devlet, vaki bir millet, milliyet mefkuresi ise iradi bir milletin cürsümesi ( kökü) demektir. Türkler ilkin, hadsi ( sezgisel) bir ihtiyata tabi olarak, bir mefkure için bir mevcudeyi tehlikeye düşürmekten çekinmişlerdi. Bunun için Türk mütefekkirleri Türklük yok Osmanlılık var diyorlardı”.

 

Bu anlayışın Devleti dağılmaktan korumak için etnik ve ulus yapılarının itilafı ( bir arada tutulması) eksenli bir çözüm olarak Türk kimliğinin ısrarla reddedilmesi siyasetinin bir sonucu olduğunu ifade eden Gökalp artık yaşamakta olduğumuz ulus çağından ve onun en önemli realitesi olan ulusal kimlikten kaçamayacağımızın artık kabul edilmesi çağrısında bulunacaktır: “ Dünyanın Şarkı da Garbı da bize celi bir surette gösteriyor ki bu asır milliyet asrıdır, bu asrın vicdanları üzerinde en müessir kuvvet milliyet mefkuresidir. İçtimai vicdanların idaresi ile mükellef olan bir  devlet,  bu mühim içtimai amili mevcut değil farz ederse vazifesini ifa edemez”

 

Ulus mefkuresini ileri süren Gökalp’e o zaman en büyük direnç tahmin edilebileceği gibi İslamcılardan gelecektir. İslamcılar yaşanan ulus çağına bigane kalarak ve özellikle Devletin Müslüman unsurlarının da dahil olduğu bir kimlik siyasetinin benimsenmesinin daha doğru olacağını bunun da Türkçülük ile değil Ümmet unsurunu devreye sokarak mümkün olabileceğini ifade etmektedirler. Gökalp bunun da neden mümkün olmadığını ifade edecektir.

 

Bir kere ümmet çok geniş bir tanım olarak dindaş topluluğu için öteden beri kullanılan bir kavram olsa da yaşanan yeni realite ile artık bağdaşmamaktadır. Aynı dine mensup olan Müslümanların farklı devlet ve yabancı esareti altındaki kolonilerde yaşadıkları bir dönemde Türk ulus kimliği tek seçenek haline gelmiştir. Gökalp burada Türk ulusal aidiyetinin olmaması neticesinde bilinçli bir insan topluluğunun da sosyolojik olarak inkişaf edemediğini ve bunun da Osmanlı’daki iktisadi düzene kadar giden sonuçları olduğunu vurgulamaktadır : “ Ümmet mefkuresi, çok vasi, aile mefkuresi çok dar olduğu için Türk ruhu fedakarlık ve feragat hislerine istinatgah olacak zi-hayat ve şedit ahlaki bir ruhiyete yabancı kaldı. İktisadi, dini ve siyasi müesseselerimizin inhilali bunun neticeleridir”.

 

Ancak Gökalp’in Türk kimliğinin çok önemli bir bileşeni olarak İslamiyet’i ve bu bağlamda ümmet bağlarının da tümden yok saymadığı ve bunun da Türk kimliğinin bir parçası olarak gördüğü de unutulmamalıdır: “ Balkan Muharebesi Avrupa vicdanının bugün bile Hristiyan vicdanından başka bir şey olmadığını gösterdi. Türklerin de vicdanları tahlil olunursa, görülür ki bir Türk, kızını bir Arap’a, bir Arnavut’a bir Kürt’e bir Çerkez’e tezviç edebilir ; fakat katiyen bir Finlandalı’ya, bir Hristiyan Macar’a tezviç edemez; bir Budist Moğol’un bir Şamani Tunguz’un kızını da İslam yapmadan alamaz. Trablusgarb, Balkan muharebeleri esnasında Türklerin felaketine iştirak edenler Macarlar, Moğollar, Mançular olmadı. Bilakis Çin’in, Hind’in, Cava’nın, Sudan’ın ismini bilmediğimiz Müslim kavimleri matemimize ortak oldular; manevi yardımlarını esirgemediler. Bundan dolayıdır ki Türkler lisanca Ural ve Altay şubesine mensup olmakla beraber kendilerini İslam milletlerinden addederler.”

 

Gökalp’in henüz Osmanlı Devleti yıkılmadan önceki bu analizinde Türklük ile İslam arasında var olan bağlantıların altının önemle çizildiği görülüyor. Gökalp daha sonra revize edeceği medeniyet nazariyesini bu yıllarda İslam uygarlığı üzerinden kurmaya gayet etmektedir. Nasıl antropolojik olarak aynı anatomik tipe bağlı bireyler bir ırkı oluşturuyorsa sosyolojiye göre de bir medeniyete bağlı milletler de aynı uluslararasılığı oluştururlar. Türkler İslam medeniyetine girdikten sonra İslami bir şekle girdiler: “Türklükle İslamlık, biri milliyet diğeri beynelmileliyet mahiyetlerinde oldukları için aralarında asla tearuz yoktur. Türk mütefekkirleri, Türklüğü inkar ederek beyneledyan bir Osmanlılık tasavvur ettikleri zaman İslamlaşmak ihtiyacını duymuyorlardı. Halbuki Türkleşmek mefkuresi doğar doğmaz İslamlaşmak ihtiyacı da hissedilmeye başladı”

 

Gökalp ortak dine mensup olmaktan gelen inandaşlık ülküsü olan ümmet olgusunun yerine yeni bir uluslararasıcılığın ( beynelmileliyet) aldığını ifade ederek artık 20. Yüzyılın şafağında dünyanın neredeyse her yerinde cari olmuş Batı uygarlığının yükselişini de görmezden gelmenin imkan dahilinde olmadığının farkındadır. Böylelikle gittikçe ortak dine dayanmayan bir beynelmileliyet yerine pozitif bilimlere dayanan yeni bir beynelmileliyet doğmaya başlamıştır. Bu konuda Japonya ve Türkiye örneklerine temas eden Gökalp beynelmileyetin yeni bir bağlamda tekrar tanımlandığını ifade eder: “ Bir taraftan Japonya’nın, diğer cihetten Türkiye’nin Avrupa milletleri arasına girmesi Avrupa beynelmileliyetine ileride göstereceğimiz veçhile ladini (din-dışı) bir mahiyet verdiğinden, gittikçe beynelmileliyet dairesiyle ümmet dairesi de birbirinden ayrılmaktadır. Yani bugün Türk milleti Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir”

 

Gökalp Millyet/ulus olgusunun ortaya çıkabilmesi için bu kolektif ortamın oluşması gerektiğini ifade etmektedir. Bu fikri İslam aleminde ilk oluşturanların Arap ve Arnavutların olduğunu ifade eden Gökalp bu milliyet mefkuresi için de iki unsurun bir araya gelmesinin zaruri olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan ilki milli muhabbet ötekisi ise milli öfkedir. Geleneksel Osmanlı toplumunda Türklük kavramının daha çok olumsuz sıfatlarla anılması bu övünç duyulacak bir kimliğin orta yerde olmadığına işaret eden Gökalp, insanların kendilerini başka etnik grupların altında tanımlamaya başladıklarını ifade ediyor : “ Bu surette aslen Türk olan pek çok gençler, Arnavutlukla, Araplıkla yahut  Kürtlükle  iftihar ediyorlardı. Türklükle mübahat eden tek bir fert yoktu. Türk kelimesini ayıplı unvanlar gibi kimse üzerine almıyordu. Türk, Şarki Anadolu’da Kızılbaş, İstanbul’da kaba ve köylü manalarındaydı.”  

 

Modernlikte Yol Ayrımı: Gökalp ve Atatürk

 

Gökalp’in Türk kimliğini eksenli yeni toplum inşa projesin yanı sıra modernleşme siyasetinde de kendine özgü eklektik ancak dışlayıcı olmayan bir çaba içinde olduğuna şahit oluyoruz. Gökalp’in uluslaşma idealinde, Batıdan kültür alınmaması hususundaki çabaları ve özellikle de Türk toplumun İslam ile sürdürmesi gereken ilişki biçimlerinde Cumhuriyet elitleri ve başta Mustafa Kemal’in kafasındaki modernleşme biçimi arasında derin ayrımlar bulunmaktadır. Bu nedenle Gökalp ve Atatürk Modernleşmesinde önemli yol ayrımları bulunduğuna muhakkaktır. Bunun en başında da Atatürk’ün, Gökalp’in temel ayrımı olan Kültür ve Uygarlık’a (hars ve medeniyet) ilişkin yaptığı ayrıma toptancı bir yaklaşımla bakarak bu ayrımı reddetmesidir. Bu anlamda Atatürk tıpkı Abudullah Cevdet gibi gülü ile dikeni ile Batı modernliğine bir an evvel geçilmesi taraftarıdır. Atatürk’e göre “medeniyet geri dönülemez bir süreçtir ve onun karşısında durmak nafile hem de zararlıdır. Mustafa Kemal için medeniyet, önceki yüzyılların İslami düşünürlerinden farklı olarak tek ve parçalanmayan bir bütündür; hiç kimse kendini onun etki alanından sıyıramaz. İslami modernistlerden ayrıldığı bir başka nokta, (Batı) medeniyetinin bilimsel-teknik kazanımlarından oluşan “iyi yanları” ile ahlaken müphem ve yoz bulunan “hayat tarzı” arasında bir ayrım yapmayışıdır. Ziya Gökalp’in Almanya’dan esinlenen kültür ve medeniyet ayrımı, karşıtlığı ile hiç ilgilenmemiştir. Onun gözünde hakiki bir değeri olan tek zıtlık “medeni” ve “vahşi”dir. Mustafa Kemal’in gözünde biçim ve içerik de sıkı sıkıya birbirine bağlıdır.”

 

Bu açıdan bakıldığında her iki ismin arasında ciddi mahiyet farkı bulunur. Modernleşmenin Türkiye’deki en büyük dönüştürücüsü elbette Atatürk’tür. Ancak öteden beri savunula gelen Gökalp-Atatürk yakınlığı ya da Gökalp’in İttihat Terakki ideoloğu olduğu gibi Cumhuriyetin ve Atatürk’ün de modernleşme çizgisini belirlediği yönündeki iddiaların doğru olmadığı da açıktır. Elbette her iki isimin ortak oldukları Batıya yönelme tarzlarında benzerlikler mevcuttur. Ama bu durum Batı uygarlığına geçişte hemfikir olmaları ile sınırlıdır. Ancak bu amaçta var sayılan ortaklık başta yöntemde ortaya çıkan ayrışmalar yanı sıra belli ölçülerde farklı dünyaların insanlarını bir araya getirmeyi mümkün de kılmaz.

 

Şevket Süreyya Aydemir’in Atatürk üzerine yazdığı Tek Adam adlı eserinde yaygın fikirlerin aksine Ziya Gökalp’in Cumhuriyet öncesi kendi fikirleri ile Atatürk devrimlerini hazırlayan bir kişilik olduğu iddialarını reddederek Ziya beyin Atatürk üzerinde doğrudan bir tesirinin olduğuna ilişkin hiçbir kanıtın olmadığını ifade eder. Her ne kadar Ziya bey dönemin koşulları içerisinde taassuba karşı çıkan çok sayıda sosyolojik, edebi, ilmi etütlerden politik meselelere kadar pek çok alanda nevi şahsına münhasır bir kişilik olarak etkili olmuşsa da onun hem Türkçü, hem Turancı, hem İslamcı, hem asrileşmeye taraf olması, İslam hukukunun güncellenmesi için göstermiş olduğu İctimai Usul-i Fıkıh tartışmaları ve  ayrıca Padişah ve Halifeliğe ilişkin olumlu bir tutumu benimsemesi ile de birleşince Atatürk’ün kafasındaki modernleşme anlayışından ciddi bir biçimde de sapmış oluyordu. Gelinen noktada Gökalp’in Şeyhülislamın kabineden çıkarılması, hukuk ve fıkıh işlerinin ayrılması gibi konulardan başlayan ve ezanın Türkçeleştirilmesi, Türkçe Kur’an, mahkemelerin birliğine giden yolda modernleşmeci adımları da Atatürkçü modernleşme için yeterli bulunmamıştır. 

 

Gökalp ile Kemalist modernleşme arasında var olan yöntemsel ayrılığın ortaya koyduğu sosyal mesafe, Gökalp’in ölümünden sonra ona ve eserlerine reva görülen muameleden de anlaşılmaktadır. Taha Parla, Gökalp’in yapıtlarına olan bu ihmalin bilgisizlik ve ilgisizlikle açıklanamayacağını bunun yapısal nedenlerinin olması gerektiğini düşünmektedir. Ona göre bunun ilk nedeni erken Cumhuriyet döneminde oluşturulan Atatürk kültü dışında hiç kimsenin öne çıkmasına izin verilmeyen kişilik kültünün getirdiği sınırlamadır. Ama bu nedenin ötesinde asıl önemli gerekçe ise Gökalp’in Kemalist ortodoksi tarafından farklı anlaşılmasıdır. Gökalp hakkında en etkili kitabı yazan Taha Parla konuyu şu şekilde yorumlamaktadır:  “Gelenekçi çevreler Gökalp’in üçlü sentezinin eklektik olduğunu, Türkçülük ve özellikle İslam karşısında çağdaşlaşma ve Batı’ya fazla yer verdiğini düşünürken, bazı Kemalistler onda dinci bir tutuculuk gördüler. Gökalp’in ulusal kültürel (milli-harsi) gelenekte din ögesine tanımak gereğini duyduğu yeri fazla buldular. Oysa çağdaş bilimsel düşünceyi Türkiye’ye sokanların başında gelen bir kişi anti-laik olamazdı; olsa olsa ulusal ve toplumsal dayanışma ve birliğin ahlaki harçlarından biri olarak bakabilirdi dine. Tersinden bakılınca da, Batı düşüncesini ulusal kültürle (Türkçülük ve İslam) bağdaştırmaya çalışan bir kişi geleneğin bir bölümünü tümüyle kestirip atamazdı. Onun tarih felsefesi, bazı Kemalisler’inki gibi, tarihi durdurup, geçmişin istenmeyen bölümünü atıp, sıfırdan yeni toplum ve yeni devlet yaratmaya imkan tanıyan bir tarih felsefesi değildi.”

 

Ziya Gökalp ile Mustafa Kemal arasında var olan farkın temelleri her iki ismin hayat hikayelerinden de izlenebilir. Ziya Gökalp dini ve muhafazakar değerlerin egemen olduğu Diyarbakır’ın mütedeyyin bir muhit ve ailesinden gelirken Mustafa Kemal ise zamanında Osmanlı Devletinin en Batılı ve kozmopolit şehri olan Selanik’te dünyaya gelmiştir. Selanik etnik ve kültürel yapısı daha çok gayrı müslim nüfus tarafından domine edilen, nüfus yapısı içinde Yahudilerin yüzde elli beş oranı ile ilk sırada geldiği, bunun yanı sıra diğer Rum, Ermeni, Yunan, Bulgar gibi başkaca gayrı müslim nüfusun olduğu, bu etnik ve kültürel çeşitliliğe ilaveten Sebataist dönmelerin de bulunduğu ve nüfusun ancak yüzde yirmisini Müslümanların oluşturduğu bir şehirdir. Bu kente daha sonra gelecek olan Ziya Gökalp’i de etkilediği ve yaşam öyküsünde önemli izler bıraktığı düşüldüğünde burada doğup büyüyen Mustafa Kemal üzerinde kuşkusuz çok daha büyük ve derin etkileri olduğu açıktır. Bu anlamı ile denilebilir ki Mustafa Kemal daha çok küçük yaşlarında erken bir ergenleşme ile baş başa kalmıştır. Aile ortamını atlayarak başlayan erken sosyalizasyon süreci o zamanların en iyi eğitim veren kurumları olan askeri okullarla yolunu kesiştirmiştir. Buralarda tanışmış olduğu pozitivist ve vulger materyalist yaklaşımlar onun kendine has bir modernlik yolunu benimsemesini sağlamıştır.

 

Atatürk’ün modernleşme çabalarında tuttuğu yolun Ziya Gökalp’in aksine radikal bir dönüşüme işaret etmesinin ilk nüvelerinin onun daha küçük yaşlardan beri almış olduğu Batı tarzı eğitim yanı sıra pozitivist ve vulger materyalizmle de yakından tanışmış olmasının büyük etkisi vardır. Tanzimat sonrası dönemde açılan Batılı tarzda eğitim veren kurumların en önemli etkisi Osmanlı uygarlığının artık miadını doldurduğu Batıyı üstün kılan değerlerin de Batının özünde var olan yüksek uygarlıktan kaynaklandığı inancının Osmanlı aydın ve entelektüel çevrelerinde adeta bir dinsel inanç gibi geniş kabul görmeye başlamıştı. Tanzimat sonrası ortaya çıkan Jön Türk döneminde de aydın kesimler nezdinde ve devlette modernleşme adına yapılanlar bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin maarif alanında gerçekleştirdiği reform hareketleri ülkede kök salmış olan geleneksel eğitim kurumlarını kendi hallerine bırakılarak bu okullara alternatif olarak açılan yeni mekteplerin önem kazanmasını sağlamıştır. Bu okulların genel anlamda dünya üzerinde yükseliş içinde bulunan pozitivist ve vülger materyalist felsefe ile yakın bağlantıları olduğu bilinmektedir. Mekteb-i Tıbbiye, Mekteb-i Mülkiye ve Harbiye gibi temelde fen bilimleri ile meşgul olan okullarda pozitivist ve materyalist etki daha büyük boyutlara ulaşmıştır. Oluşan bu pozitivist söylemin çapraşık sonuçlar vermesinin en önemli sebebi Türkiye’de bilim ile pozitivizmin ve vülger materyalizmin özdeş olarak kabul edilmiş olmasıdır. Bu durum da dini düşüncenin bilimle yani pozitivizmle çelişen tüm boyutlarının reddedilmesi, bilim dışı sayılması sonucunu doğurmuştur.  

 

Netice itibariyle Ziya Gökalp İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş sürecinin sancılı günlerinde elinden geldiği kadar eserleri ve fikirleri ile yol gösterici olaya gayret etti. Cumhuriyet kadrolarının yaklaşmakta olan iktidarını seziyor ve onlara sentezci ve telifçi bir yol izlemelerini salık vermeye gayret ediyordu. Yaşanacak modernleşmenin radikal boyutlara ulaşarak millet inşa sürecine zarar vereceğini hiç kuşkusuz görüyordu.  Ancak onun Cumhuriyetin ikinci yılında vefat etmesi ve fikirlerinin Cumhuriyeti kuran kadro ile önemli mahiyet farklılıkları barındırması etkisini sınırlandırmış oldu. Kısa hayatı boyunca kendisini kişisel ve ailevi ilişkilerine hasredecek fazla bir zaman bulamamış Ziya bey Malta adasında yaşadığı sürgün hayatında eşine ve kızlarına yazdığı mektuplarında derin bir teslimiyet içinde şöyle seslenecek ve geleceğin güzel günlere gebe olacağı inancını hiç yitirmeyecektir : “ Bu gibi dakikalarda Allah’a tevekkül etmek, insanın imdadına yetişiyor. Bir Müslüman’a göre, Allah varken gam yoktur. Türk “ Allah Kerim’dir” demekle, her türlü vesveseden azade yaşar. İşte, ben de bir Müslüman gibi, bir Türk gibi Allah’ın inayetine güvenerek, kendi kendimi teselli ettim (..) Gerçekten İslam olanlara, Allah Kerim’dir; Allah vardır ve gam yoktur. Her şey geçer, yalnız Allah’ın inayeti nihayet bulmaz. Felaketler, birer imtihandır. Ayrılıklar, beraberliğin kadrini bilmek için birer derstir. Yakında bu kara günler geçecek. Milletimiz için de, ailemiz için de mes’ud günler gelecek.”  

 

Onun bu temennileri kısa sürede gerçekleşmiş ve Malta’ya sürgün olarak gönderilmiş diğer önemli İttihatçılarla birlikte Ziya bey de 1921 yılında ülkesine dönebilmiştir.  Ancak hem Cumhuriyeti kuracak kadrolarla olan düşünsel mesafesi hem de eski bir İttihatçı olması onun kurucu kadro arasında kendisine önemli bir yer bulmasına mani olmuştur. Ancak onun Türk düşüncesi için var olan değeri sadece siyaset ile sınırlı olmamıştır. Ziya Gökalp bu anlamda bugün de düşünceleri ile yaşamaya devam ediyor. Hala Türk sosyolojisi müktesebatı içinde onun çapında bir sosyoloğa sahip olamamış olmamız belki Türk sosyolojisi adına pek iç açıcı bir durum değildir. Ancak en azından ilk sosyoloğumuz adına, dünya sosyolojisine katkı sunabilecek bir isme sahip olmamız da bir teselli vesilesi olacaktır. Bugün Türk sosyolojisi ve modernleşmesi üzerine yapılan Türkiye dışı araştırmalarda Ziya Gökalp’in Türkiye’yi anlamak için en fazla üzerine araştırma yapılan isim olması bu iddiamızı desteklemektedir. Niyazi Berkes’in onun Türk düşünü içinde Namık Kemal’den sonra en etkili ve sistemli bir düşünür olduğunu ifade etmesi bu gerçeğin altını bir kez daha çizmektedir: “Ziya Gökalp, Namık Kemal’den sonra, toplumsal bir bunalım geçiren ulusun sorunlarını sistemli bir düşün çerçevesi içinde tartışan, bundan çıkardığı bir takım hareket kurallarıyla zamanında etkili olan ikinci büyük düşünürümüzdür. Bugün onun hem taraftarları hem de karşıtları çoğunlukla bu yönü üzerinde duruyorlar, onun bilimsel çözümlemeci ve tartışmacı yönünü incelemiyorlar. Her iki tarafta onu bir “peygamber” gibi göstermeye çalışıyor. Bununla birlikte, onun yapıtlarının bugün bizim için dikkatimizi çekecek yanları vardır.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Diğer Yazıları

Peki Kültürel iktidar Kimde ?

Peki Kültürel iktidar Kimde ?

  • 08.08.2024 / 16:31

Yorum Yaz