Yesrib düzeni ve Medine vesikası
Hatırlarsanız geçen yüzyılın doksanlı yıllarında Türkiye’de “Medine vesikası” tartışmaları yaşanıyordu. Farklı inançlara, siyasal düşüncelere, etnisitelere mensup grupların bir arada barış içinde yaşamasına dair Müslüman entelektüellerin İslam tarihine referansla önerdikleri bir modeldi. Peygamberimizin Medine’ye hicret ettikten sonra Müslüman Arapları, şehirde yaşayan Yahudileri ve Müşrik Arapları bir sözleşme etrafında bir araya getirmesi örnek alan bir toplum modeli öneriliyordu. Tabi, Medine vesikasının imzalandığı şartlar ile Müslüman entelektüellerin bunu bir model olarak ileri sürdükleri günlerdeki şartlar birbirinden tamamen farklı olsa da o günlerde Müslüman kesimde modern bir konseptte üzerinde konuşulacak bir modellerinin olması sevinci ve hatta bir ölçüde gururu yaşanıyordu. Oysa kimsenin Müslümanlardan bir model falan beklediği yoktu. Daha doğrusu Müslümanların bu bağlamda sunacakları bir modeli uygulayacak ne bir irade vardı ne de buna uygun bir zemin. Ancak öteden beri Müslümanların psikolojik bir baskıya maruz kaldıkları ve “hani nerde sizin falanca soruna karşı çözüm öneriniz?” tarzı, üstenci tavırlarla onları hep bir savunmada tutmaya çalıştıkları ve Müslümanların da her seferinde bu tür çıkışlarla kendilerini savunduklarını biliyoruz. Kimsenin de aklına “Bizim dünyamızda bu tür sorunlara rastlanmaz. Siz kendiniz bu sorunların kaynağısınız. Siz devre dışı kalırsanız, sorun diye bir şey de kalmaz” demek de gelmemiş, gelmiyor. Bunu diyeceklerine, Müslümanlar, bu baskıdan kurtulmak için ve bir umut, belki de bu sefer gerçekten onları ikna ederiz diyerek harıl harıl model, öneri, çözüm arayışlarına giriyorlar, girmeye devam ediyorlar. Halbuki sözünü ettiğimiz doksanlı yıllarda Kemalizm, tıkanma noktasına gelmişti. Oksijen çadırında yaşam mücadelesi veriyordu. Klasik, modern ya da post modern hiçbir darbe, yoluna devam etmesini sağlayamıyordu, derdine derman olamıyordu. Kürt sorunu önü alınamaz boyutlara ulaşmış, Aleviler seslerini iyice yükseltmişlerdi. Bu sefer modellere sarılma gereği duyulmuştu. O model, bu model derken, envaiçeşit modeller havada uçuşuyordu. Doğal olarak mevcut sisteme halel getirmeden, “değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen” düzene dokunmadan. Çünkü dokunanı yakıyorlardı. Böylesine bir anlayışa asla elverişli olmayan, insanların çatışması üzerinde egemenlik devşiren harami düzeninde, insanların bir arada barış içinde yaşadığı bir dünya kurma düşünü kuranlar yine de eksik değildi. Solcular bir yandan, Müslümanlar bir yandan, hatta bazen her ikisi aynı yandan model üstüne model arıyorlardı. Solcuların, liberallerin Kürt sorununun çözümü bağlamında ortaya attıkları İrlanda modeli, Bask modeli (Bask, Kürtçede kanat anlamına gelir. Bazı liberaller, bu model benimsenirse alimallah Kemalizm kanatlanıp uçacak diye düşünmüşler miydi bilinmez!) gündeme gelirken, Müslümanlar da hem üzerlerindeki baskıyı azaltmak, hem de bizim de bir modelimiz vardır çocuksu coşkusuyla Medine vesikasını ortaya atmışlardı. Tabi bütün bu modellerin, bu değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen Kemalizm çerçevesi içinde düş olarak kalması da kaçınılmazdı. Çünkü mevcut sistemin bir çakıl taşının dahi yerinden oynatılması istenmiyordu. Mevcut sistem ise kelimenin tam anlamıyla bir Yesrib sistemiydi.
Bilindiği gibi Yesrib, peygamberimizin hicretinden sonra Medine’ye dönüşen şehrin adıydı ve orada bugünkü İslam aleminin durumuna tıpatıp uyan bir düzen egemendi. Yesrib’in nüfusunun yüzde doksandan fazlasını Araplar, geri kalanını da Yahudiler oluşturuyordu. Arap nüfus, Evs ve Hazreç olarak iki kabileden ibaretti. Bunlar da ne zaman ve nasıl başladığını kimsenin bilmediği bir kan davası ile birbirleriyle uğraşıp duruyorlardı. Geriye kalan azınlık Yahudiler ise bu çatışmanın sürüp gitmesinden dört başı mamur bir iktidar devşirmişlerdi. Ekonomik, siyasal ve dini iktidar onların elindeydi. Arap kabilelerinin çatışırken ihtiyaç duydukları bütün cephanelik ve mühimmatın üretimi, yani silah sanayii Yahudilerin elindeydi. İslam tarihçilerinin belirttiğine göre, bu hususta Yahudi kabileleri arasında bir centilmenlik anlaşması vardı. Mesela bir kabile zırh üretirken, öbürü kılıç ve kalkan üretiyordu ve birbirlerinin alanlarına da girmiyorlardı. Yüzde doksan küsurluk Araplar da birbirlerini öldürmek için bu mühimmatın vazgeçilmez müşterileriydi. Öte yandan kuyumculuk da Yahudi kabilelerinin ellerinde olduğu için, Arapların didişmesi onlara müthiş bir hakimiyet sağlıyordu. Ayrıca ehlikitap olmaları itibariyle okumasız yazmasız (ümmi) Arapların saygısına da mazhar olmuşlardı. Kısacası, Araplar birbirlerini kırarken, ufukları, birbirlerini imha etmenin ötesine geçmezken, üç Yahudi kabilesi, Benu Kaynuka, Benu Nadr ve Benu Kureyza değişmez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez bir egemenlik kurmuşlardı.
Sonra bildiğiniz gibi Resulullah Yesrib’e hicret etti. Arapları, Evs ve Hazreçlikten ve Araplıktan öte, Müslümanlık gibi daha üst, daha kapsayıcı bir kimlikte buluşturarak daha geniş, daha evrensel ufuklara yöneltti, üstelik Araplığı, Evs ve Hazreçliği yok etmeden. Nitekim bu adımın üzerinden on sene geçmeden hendek savaşının yaşandığı boğucu atmosferde, önlerine Sasani ve Bizans ufuklarını koydu ve bu da kısa süre sonra gerçekleşti.
Bugün İslam alemi, Yesrib sürecini yaşıyor. Müslüman milletlerin ufku, birbirlerini imha etme hedefiyle sınırlı. Böyle olunca da bütün Müslüman memleketlerde ekonomik, siyasal ve dini iktidar büyük “gavurların” şube temsilciliğini yapan devşirme azınlıkların elinde. Onlar da bizim birbirimizi yok ederken ihtiyaç duyduğumuz bütün cephane, mühimmat, ideoloji, model üretimini aralarında pay etmişler ve bizim içimizdeki bayileri aracılığıyla iktidara tahvil ediyorlar.
Türkler, Kürtler, Araplar, Farslar, Sünniler, Şiiler, Evs ve Hazreç sendromundan kurtulmadıkça, Medine vesikası ufuklarına ulaşmaları şöyle dursun, ciğerpareleri Gazze’nin, Filistin’in gözlerinin önünde boğazlanmasını bile önleyemezler.