Yeni Yıla Girerken Bitmeyen Tartışma: Müslüman Yılbaşı Kutlar mı ?
Türkiye gerçekten çok garip bir ülke. Ülke’nin hemen her konuda bölünmüş bir toplum olması gerçeği her yıl yeni bir yıla girerken yaşadığımız tartışmalarda da kendini açığa vuruyor. Yine her yıl olduğu gibi böylesi bir yılbaşı sürecini ulaşmış bulunuyoruz. Ülkenin geçirmiş olduğu modernleşme ve sekülerleşme süreçleri Batılı değerleri aktarma yarışı içine girerken yeni yıla ilişkin Batılı ritüel ve kutlama biçimlerinin de aktarılmasını beraberinde getirmişti. Türkiye’nin modernleşme hikayesi ülkenin geleneksel değerlerinden uzaklaşma biçiminde tezahür ettiği ve buna karşılık Batılı bir hayat tarzı anlayışının kendi kültürel aurası içinde taşıdığı önem ve gerçekliğe bakılmaksızın transfer edilmesi ülke insanın bu yabancı elden gelen ritüel ve kutlamalara mesafelerini de korumalarına yardım etti. Ancak gösterilen direnç seküler değerlerin galebe çaldığı popüler kültür ve modernleştirmeci devlet anlayışı ile belli bir süre sona etkisini azaltmaya başladı. Bu bağlamda gündelik hayata ilişkin çok sayıda yeni ve yabancı unsur diğer batı dışı toplumlarda olduğu gibi Türkiye’de de kültürel bir istila biçimi ile yaygınlaştı; benimsendi. Özellikle küreselleşme etkisi ile de bu istila daha dolaysız bir biçim aldı. 90’lı yıllarla birlikte tanık olduğumuz internetin getirdiği iletişim devrimi ile dünyanın global bir köy olma gerçeği mutlak bir hal aldı. Bu bağlamda her kültürün kendine has otantik yapıları ile ortaya koydukları ritüel ve bayramlar da büyük bir değişime uğradı. Artık Türk-İslam kültürü ile hiç ilgisi olmayan pagan İrlandalıların hasat bayramı olarak çok eski dönemlerde benimsedikleri Halloween kutlamaları bile toplumumuzda belli bir ilgi uyandırmaya başladı. Bu arada Halloween kutlamalarının en büyük taşıyıcı unsurunun günümüzde İrlanda değil Amerika Birleşik Devletleri olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Kuala Lumpur’dan, Caracas’a, Yeni Delhi’den Darüsselam’a dünyanın her yerinde benzer rüzgarlar esiyor. Bu yazıda üzerinde duracağımız konu yeni yıla girerken Türkiye özelinde yaşanan telaş ve kutlama ritüellerinin yaratmış olduğu tartışma ve çatışmalar olacaktır. Her konuda polarize olmayı çok iyi beceren Türk toplumunun Yeni yıl kutlamalarında da bu başarıyı gösterdiğine tanık olmak bizi şaşırtmıyor artık. Nitekim Türkiye’de ne din ve modernlikle çatışma içinde ise orada kutuplaşma açığa çıkmaktadır.
Yıl başı kutlamaları özelinde yaşanan tartışmaların odağında yılbaşı ile Hristiyan dünyasının 24 Aralık akşamı kutladıkları Christmas/Noel kutlamaları arasında bir aynileşme ve paralellik kurularak yılbaşı kutlamasının bir Hristiyan âdeti olduğu yönünde yapılan bir değerlendirmeye tanık oluruz. Ülkenin en önemli dini kuruluşu olan Diyanet teşkilatı da bu yargıyı destekleyen Cuma hutbeleri ile yıl başı kutlamalarının dini açıdan mahzurlu olacağına ilişkin Cuma hutbeleri irad ettirerek Hz. Peygamber’in “Kim bir kavme benzerse o ondandır” hadisi üzerinden bu görüşünü tahkim etmeye çalışmaktadır. Oysa ki bu yaklaşımın temel hatası Noel yortusu ile Yılbaşı kutlamaları arasında dini hiçbir illiyet bağının olmaması gerçeğidir. Ancak yılbaşı kutlama âdeti ile Noel arasında kutlamanın biçimi açısından günümüz küresel kitle kültürü açısından da benzerliklere de tanık olmuyor değiliz. Zira yılbaşında yapılan kutlama ve seremonilerde Hristiyani unsurlara da çokça rastlandığı ayrı bir gerçeklik alanıdır. Söz gelimi Christmas kutlamalarının vazgeçilmezi olan Çam ağacı dekore etme geleneği, evlerin önüne Çam ağacı ile birlikte Santa Claus ikonları dikmek ya da AVM ve kimi kamusal bina ve caddelerde yapılan süsleme ve çalınan müziklerde Christmas şarkılarının tercih edilmesi, Santa Claus kılıklı adamların ve kadınların caddelerde piyasa yapmaları Yıl başı kutlamalarının da kendi başına bütünü ile masun olmadığı yargısına bizi ulaştırıyor. Yine yıl başı yaklaşmaya başladığında kimi Türk firmalarının televizyon ve radyolara verdikleri reklamlarda özellikle Christmas denilince ilk akla gelen “Jigle bells, Jigle bells Jingle all the way” olarak çok kulak aşinası olduğumuz şarkıyı reklam Jingle’ı olarak kullanmaları da yılbaşı kutlamalarının aslında Hristiyan değerleri üzerinden oluşmuş küresel kapitalizminin önemli bir manivelasına dönüştüğünü de bize gösteriyor. Buradaki kültürel Hristiyanlık olgusu işin bir boyutunu oluşturuyor. Modern Batı kültürü kapitalizmle Hristiyanlığı harmanlayarak yeni bir kültür sentezi yaratmayı başarmıştır. Ama biz bugüne kadar kültürel alanda yaşanan gelişmeler neticesinde kendi yüksek kültürümüzü ve halk kültürümüzü batılı Hristiyan kültürü ve kapitalist kültür karşısında adeta bir azınlık veya bir sömürge kültürü derecesine düşürdüğümüz için uzun yüzyıllar devam eden kültürel anlamda millet-i hâkime olma vasfımızı ve benlik algımızı büyük ölçüde yitirmiş durumdayız. Öte yandan kendi insan kaynağını yetiştirecek ulusal bir pedagoji geliştiremediğimiz için her yıl ülkemizin en zeki çocuklarını çeşitli liseler ve kolejler vasıtasıyla Alman, Fransız, Anglo-Amerikan ve İtalyan müfredatına emanet ediyoruz. Bu sebeple nesiller boyu yeniden inşa edilen kültürel devamlılık bu yabancı kültürler ekseninde gelişmektedir. Bu durum kültürel Hristiyanlığın farklı tezahürlerini Türkiye’nin seçkin sınıflarında da görmemize neden olmaktadır.
Ancak Yılbaşı kutlama konusunda geniş toplum kesimlerinde olduğu gibi benim de çocukluğumdan beri sahip olduğum çeşitli tanıklıklarda farkında olduğum gibi bu kutlamaları yeni yıla girerken insanlarda yaşanan coşkunluk ve sevinç hali olarak da görmek mümkündür. Seksenli yıllarda çocukluğumu yaşarken biz de ailecek bu geceye ait bir titizlenme içinde olur, tek kanallı TV’nin bize sunduğu çeşitli eğlence programlarını izleyerek saatin 12’ye yaklaştığı anlarda heyecanlı bir bekleyiş içine girerdik.Gerçi muhafazakâr bir aile ortamın hoş karşılayamayacağı yılbaşı dansözü’nün TV’de gece 24’ten sonra arzı endam etmesine de pek hoş gözle bakılmasa da gece boyunca süren çoğu komedi TV şovlarını uyku galebe çalana kadar izlerdik. Bu hali ile yapılan edilenin bizi dinden çıkardığını, büyük bir kültürel şizofreniye yol açacağına ilişkin en ufak bir şüphe içinde değildik. Ama özellikle yükselen İslamcı dalga ile Türkiye’de bu konuda ciddi bir farklılaşma yaşandı. Yeni yılı kutlayıp kutlamama ciddi bir turnusol testine dönüştürüldü. Bilinçli ve samimi bir Müslümansanız elbette yeni yılı kutlayacak kadar yoldan çıkmış olamazdınız.
Bu durum özellikle 90’lı yıllardan sonra Türkiye’de yılbaşı kutlamalarına yönelik çeşitli tavırların geliştirilerek bu kutlamaları yapanların dini açıdan ciddi bir kusur durumu ile karşı karşıya olacaklarına ilişkin argümanların savunulması ile sonuçlandı. Türk toplumunda İslamcı/ muhafazakâr kesimler olarak tanımlanan yapının son otuz yıldır alternatif yılbaşı kutlamalarına da tanık olmaya başladık. Daha doğru bir tabirle Yıl başı kutlamalarının önüne geçebilmek için bir takım önlem çabaları geliştirilmeye başlandı. Bunun en bilinen biçimi Mekke’nin Fethini 31 Aralık gününe sabitlenerek bu geceyi ilahi, marş ve Kur’an tilaveti ile atlatma çabası içinde olan uygulamadır. Bilindiği üzere İslam’ın önemli tüm olaylarını kaydetmek için Müslümanlar Hicri takvimi kullanırlar. Bayramlar ve tüm dini kutlamalar bu Hicri takvime göre yapılır. Mekke’nin fethi de Hicri takvime göre Ramazan ayının 20’sinde tahakkuk etmiştir ve Hicri takvim Güneş takvimine göre sürekli bir değişim gösterir. Buna rağmen 31 Aralık akşamında yapılan Mekke fethine dair kutlamalar sınırlı bir katılımla olsa da günümüzde sürüp gitmektedir.
Yaşanan bu tartışmaların belli bir konsensüs zemininde buluşması için her iki kesimine de düşen belli roller bulunuyor. Kendilerine seküler kimliği yakıştıran Türkiye’nin yeni yıla girerken belli bir heyecan duymasını ve bunu eğlenceli bir şekilde kutlamasına artık alışmak gerekmektedir. Ancak yapılan kutlamalarda Christmas ağacının altında sabah kalkıldığında hediye bulmayı uman, Noel baba şapkaları kafalarında saat 24’e geriye sayıma geçen insanların bir an için düşünerek bu yaptıklarının hiçbir makul açıklamasının olamayacağını anlamaları gerekiyor. Dileyen elbette dilediği gibi yeni yılı kutlar buna kimsenin bir şey demesi mümkün değildir. Amerika’da yaşarken geçirmiş olduğum iki yıl içinde beni en çok etkileyen hadisenin Amerikalıların kendi dini ve kültürel ritüelleri etrafında toplumu bir araya getirmede gösterdikleri başarıları olmuştu. Özellikle kış ayları yaklaşmaya başladığında 31 Ekim’de Halloween, 26 Kasım’da Thanksgiving/Şükran günü ve onu takip eden 24 Aralık Christmas kutlamaları Amerika’da yaşayan yabancıların en çok dikkatlerini çeken özel günlerdir. Genelde Christmas sezonu olarak ifade edilen bu dönemde hem Amerikan kapitalizmi en karlı günlerini yaşarken insanların da bu günlerde belli bir değer ve anlam etrafında bütünleşmelerine tanık oluruz. Doğrusunu ifade etmek gerekirse Amerikalı komşu ve arkadaşlarımın davetlerine icabet ettiğim ve katıldığım bu günlerde bu durumu daha da yakından izleme fırsatını buldum. Ancak bu tarz kutlamaları Türkiye’ye taşıdığımızda ne kadar büyük bir şizofreni halinin ortaya çıktığını görmemiz gerekiyor. Bir Türk olarak, çok dindar olmasak da en azından kültürel Müslüman olarak başka bir toplumun kendi birlik ve bütünlüğü için ortaya koyduğu bayram ve ritüelleri transfer etmek en hafif tabiri ile kültürel şizofreni halidir.
Öte yandan yukarıda izah ettiğimiz çerçevede yıl başı kutlamasına mesafeli duran dindar/muhafazakâr kesimlerin de kendilerini aşırı bir yalıtılmışlık içinde bu gecenin kutlanmasının neredeyse en büyük günahlar arasında algılanmasına da bir son vermeleri gerekiyor. Kimi dini önderler bu gecede bir yumurta bile vermenin, birkaç çekirdek çıtlatmanın bile sizi küfre sokmaya yeteceğine dair görüş ve fetvalarını tedavüle sokmaktan bile içtinap etmiyorlar. Genelde kültürel savaşlar sembollerden hareketle olur. Dindar ve Seküler Türkiye yıl başı kutlamasında bu savaş hattını belirlemiş görünüyor. Etraflarında dönüp duran sosyal hayatlarında yanlış giden onlarca çürüme ve dejenerasyonu olağan bir şekilde karşılarlarken nedense “kim bir kavme benzerse o onlardandır” hadisine ittiba etmedeki kararlılık insanı şaşırtıyor. Oysa ki savaş hattını kalın çizgilerle tahkim edeceklerine yıl başı kutlamanın da hayatımıza daha sonradan giren onlarca bidatten biri olduğunu kavrayarak bu bid’atleri Müslüman hayatının genel ilkelerini bozmayacak bir boyuta tahvil etmeleri yerinde olacaktır. Kendi halinde “çekirdek, leblebi, meyve yiyerek, tombala oynayarak” yıl başını diğer günlerinden bir nebze farklılaştırmanın hiç kimseyi dinden çıkarmayacağı, Müslüman olmanın insanların aşırılıklara kaçmadan, alkol ve diğer zararlı alışkanlıklara sapmadan da eğlenebileceklerini ortaya koymaları yaşanan bu çatışmalara bir nebze çözüm olabilecektir.
Sorunun esasına inmek gerekmektedir. Yılbaşı kutlaması olayında da karşımıza çıkan temel husus kendi kültürel ve dini değerlerimizi hayata geçirmede yaşadığımız başarısızlığa bizi götürüyor. Kendi dini ritüel ve bayramlarımız artık toplumsal anlamda geniş halk kitlelerini harekete geçirmede yeterli coşkuyu verememektedir. Yaşadığımız küresel medeniyetin Türk kültürü üzerindeki etkisini sadece bize has bir sorun olarak da görmek mümkün görünmemektedir. Zira insanlık tarihinin hiçbir dönemi bu kadar büyük bir kültürel çölleşmeye tanık olmamıştı. Bugün Batı uygarlığı olarak karşımıza çıkan ve merhum Teoman Duralı hocanın tabiri ile “İngiliz Yahudi medeniyeti”, “Amerikan uygarlığı” Batı dışı toplumları tehdit ettiği kadar Batı içinde yer alan başka önemli kültürel havzalarda da ciddi rahatsızlıklara neden olmaktadır. Fransa gibi Batı uygarlığına katkısı hiç tartışma götürmeyecek bir ülkenin bile bu Batı uygarlığının bir Amerikan uygarlığına dönüşmüş olması gerçeğine tepkisi büyüktür. Hal böyle iken bizim gibi küresel düzeyde ne maddi ne de manevi değerlerini tedavüle sokamayan ulusların bu küresel medeniyete direnme odakları oldukça zayıf kalacaktır.
Gidilecek tek yol vardır. Eski ve köhne yöntemlerle “eski bayramları ne güzel kutlardık” nostaljisi ile yeni kuşakları dini ve kültürel ritüellerimizle buluşturamayız. Eski toplumsal gerçeklik kendi çağının yaşanmışlıkları içinde ortaya çıktı ve kendi türküsünü söyledi. Bugün eğer bu bayram ve ritüelleri güncelleyip genç kuşaklar tarafından da önemsenmesini istiyorsak bir kere ve en önce bizlerin erişilmeye layık değerler üretmesi çok önemlidir. Gençler ülkede var olan yanlış temsiller üzerinden ülkenin çok önemli bir kurumu olan dini alanın kendi eli ile kendini yok etmesine tanık oluyorlar; toplumsal adalet duygusu ve geleceğe yönelik umutlarının zayıflaması her geçen gün daha da derinleşiyor. Özellikle yeni kuşakların farklı ve yabancı epistemolojilerin değer dünyasından gelen unsurları kolaylıkla benimseme yoluna gitmelerinin ardında kendi özgül ve asli değerlerine olan kuşku yatıyor. Bu anlamda mesele yalnızca bir yılbaşı kutlaması üzerinden toplumun kutuplaşmasının çok ötesinde anlamlara sahiptir ve esasında modern hayatta boş zaman ve eğlence kültürünün manevi dünyadaki içsel neşeyle bağdaştırılması meselesiyle ilgilidir.
Sonuç itibariyle Türkiye’nin modernleşme sürecinin kendine özgü mahiyeti sebebiyle kültürel Müslümanlığın son derece güçsüz bırakıldığı ve zayıfladığı bir durumu yaşamaktayız. Örneğin Türkiye’de Cuma günü, pek de muhtevalı olmayan, içi boş ‘hayırlı cumalar’ mesajları dışında aynı anda hem mukaddes ve hem de neşeli bir zaman dilimi olarak yaşanamıyor. Cuma namazı kılmak bir an önce kılınıp tekrar mesaiye ya da ‘normal hayata’ dönülmesi gereken alelacele yapılan bir işe dönüşmüştür. Bizde Perşembe gününün akşamıyla (yani selaların okunduğu Cuma akşamları) başlayan ve Cuma günü devam eden farklı bir zaman dilimi olarak yaşanamaz mıydı bu zamanlar? Kutsallıkla neşeyi harmanlayan geleneksel kültürün modern zamanlarda kültürel Müslümanlık suretinde yeniden hayat bulması mümkün olabilir mi? Yoksa Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi figürlerin yirminci yüzyılın ilk yarısında tasvir ettikleri Atik Valde’den inen sokağın, Müslüman Saati’nin ve Bursa’da Zaman’ın artık eski, sihirli bir dünyanın kapıları arkasında bir nostalji olarak kalması mıdır yaşadığımız? Şu hâlde bu durumu belki de Weberyan anlamda bir büyü bozumu olarak görüp tipik sekülerleşme teorisini yeniden tasdik etmemiz mi gerekir? Ya da Müslüman neşvesiyle kapitalist modernleşmenin sınırsız hazcılığının uzlaştırılmasının mümkün olmadığını kabul etmek durumunda mı kalırız? Bunların hepsi söylenebilir elbette ama diğer yandan ‘başka türlü bir modernleşme de olabilirdi’ seçeneğini de dışarıda bırakmamak lazım. Örneğin Batılı ülkelerde, Cuma günü mesainin son günü olduğu için orta sınıflar nezdinde ‘Thanks God! It is Friday…’ felsefesiyle hem hafta sonuna giden rahatlamanın, kapitalist üretim sürecinin disiplininden sıyrılıp dünyevi zevklere açılmanın bir başlangıcı gibi hem de Hristiyanlığın kutsal zamanına (Pazar’a) doğru bir hazırlık ve açılım olarak algılanıyor. Mesela bizde Müslüman takviminin ve Müslüman saatinin tamamen devre dışı bırakıldığı bir sistem yerine dünyeviliğe ve maneviyata dengeli bir şekilde açık olan, ölçülü bir orta sınıf kültürü üretilemez miydi? Zamanın ve mekânın ritüel anlamları muhafaza edilemez miydi? Son yüz yıla bakıldığında hem kültürelci sözde-inkılapçılığın hem de kalkınmacı, sözde-muhafazakarlığın bunun tam tersini yaptığını görüyoruz.
Aynı şey Ramazan ayı için de, dinî bayramlar için de geçerlidir ; iftar, sahur, teravih vb. konularda hem yetişkin olarak hem de çocuk olarak Ramazan havasını ne kadar yaşay(t)abiliyoruz? Bütün toplum bu konuda asgari seviyede hemfikir olmadığı için ve kültür, sanat ve devlet hayatı da bambaşka eksenlerde şekillendiği için bu süreci örgütlemek daha sivil aktörlerin işi olabilir. Ama diğer yandan 1990’lı yıllarda çok tartışılan Protestan Müslümanlık gibi kurgular sadece bir oksimoron mudur yoksa yaşanan gerçekliğin somut bir yansıması mıdır? Bu bağlamda İslamcı ya da muhafazakâr bir burjuvazi eliyle üretilecek Amerikanvari bir Müslüman kültürü ya da kültürel Müslümanlık üretmenin modernliğimizin doğal seyri olabileceği iddia edildi. Ancak yerliliği dışarıda bırakan, Anadolu Müslümanlığı, Türk Müslümanlığı ya da Alevi-Bektaşi geleneğinin dışlandığı ve bunlardan yeterince yararlanılmadığı bir kültürel oluşum sahiciliğini uzun vadede ispat edemez. Öte yandan modernleşmenin/Batılılaşmanın kültürel Müslümanlığın yaşam alanını zayıflatmasının yanı sıra son yetmiş yılda yaşanan kentleşme sürecinin bir sonucu olarak şehirli Müslümanlığın tesirinin azalması da önemli bir gelişmedir. Bunun yerine hem köyünü, kasabasını ve taşrasını yitirmiş, onlardan kopmuş bir merkezin (metropolleşmiş bir şehrin) merkezsizliğin norm haline geldiği küresel bir ağda koloniye dönüşmesi, hem de merkeze gelmiş olmasına rağmen köylülüğünü ve kasabalılığını dönüştürememiş insanların yaşadığı kültür hercümerci el ele vererek, gerçekten bir tarihi ve hayatiyeti olan şehirli Müslümanlığı da boğmuştur. Bu durumu kültürel Müslümanlığın yapısal anlamda iki ateş arasında kalması olarak görebiliriz. Diğer yandan kültürel Müslümanlık aynı zamanda grup kimliklerinin inşasında yaşanan kutuplaşma bakımından da iki ateş arasında kalmıştır. Hem Müslüman radikallerin hem de laik radikallerin kültürel Müslümanlığa dair arayışları bir tehdit olarak görmesi normalleşmeyi engellemektedir. Bu durum kamusal alanda eğlence kültürünün ithalatına daha kolayca zemin hazırlamakta ve zor olanın – Müslüman neşvesinin, modern toplumda Müslüman orta sınıf kültürü olarak yeniden üretilmesinin – denenmesi çabalarına ket vurmaktadır. Ayrıca toplumsal tabakalaşmada genel bir kural ve yönelim olarak üst sınıfların Batı kültürüne, kültürel Hristiyanlığın gündelik hayattaki tezahürlerine özenmesi, orta sınıfların üst sınıflara, alt sınıfların da orta sınıflara özenmesi sonucunda büyük bir yayılma etkisi göstermekte ve bu durum tarihsel olarak yapılaşmaktadır.
Görüldüğü gibi konu sadece bir yılbaşı kutlaması üzerinden toplumun polarize olmasının çok öteside anlamlara sahiptir ve tartışılmaya devam edecek.