Varlığın Tükenmez Şiddeti

Varlığın Tükenmez Şiddeti

Ben ve öteki. Varlık ve diğerleri. Merkeziyet ve sınırsızlık. Konumlanma ve saçılma. Aitlik ve bağımsızlık. Varlık ve hiçlik. Özne-nesne ve ikisi arasındaki kapanmaz boşluk. Sonsuz olasılık ve süreç…

 

Varlık, tek başınalığı ile kendi merkeziyetinde ve bütünün içinde kendi uzam ve zamanına sahip olandır. Her varlık, bir varlık olmaklıkla diğer varlıkları öteki olarak algılayandır. Tikel varlıkların toplamından meydana gelmiş bütünün içinde her varlık rastlantısal bir biçimde diğer varlık tarafından tanımlanan ve her birinin diğeri üzerinden belirlendiği bir sistemin parçasıdır. Varlık aslında ötekidir. Öteki ise varlık. Varlığı ben kılan kendi ev sahipliğinde oluşudur. Öteki kılan ise, diğerinin gözündeki konumudur. Konumlanma varlığa nitelik yükler. Her nitelik bir kategori; her kategori bir sabitlemedir. Sabitleme bir tanımlama; her tanımlama bir esarettir. Esaret yok oluştur. Yok oluşta artık varlık yoktur. Öteki, bendekinin zihni içerikleri / malzemeleri tarafından algılanmadığı sürece korkutucu olandır. Öteki bendeki malzemeye sığmalıdır. Ben, bende olmayanı bilmediği için bilmediğim şey yabancı, tedirgin rahatsız, huzursuz edici ve tahmin edilemez olandır. Tahmin edilemez olan ise bir tehdittir. Ben doğası gereği tehdit altında yapısı ve bütünselliği bozulandır. İç güdüsel tepkimeler onu kendi bütünselliğine çağıran çareler üretir. Böylece Ben, ötekini elindeki malzemelere uydurmaya çalışır. Her uydurmaya çalışma çabası bir anlamlandırmadır. Her anlamlandırma bir anlama çabası; her anlama çabası bir huzur arayışıdır. Kişi bedensel ve tinsel düzlemde uyumu ve huzuru yakaladığı müddetçe kendi ritmine kavuşur. Tam bu noktada ben ve öteki arasındaki bu ilişkide her varlığın diğerini kendi anlam dünyası içinde anlama, anlamlandırma, tanımlama, sıkıştırma, uydurma, kategorize etme ve eritme çabası başlar. Çünkü anlamın ve anlamanın olmadığı yerde, öteki benim için henüz bir yabancıdır. Yabancı olan ise huzursuzluk vericidir. Özne daima kontrol etmek ister. Başı, sonu, süreci, olanı, biteni ve olacak olanı bilmek ve tahmin etmek ister. Kontrol güven alanıdır. Doğa durumundan kodlarını getiren insan varlığının beklenmedik (tehlikeli) olana verdiği bir savunma mekanizmasıdır. İç güdü korunmak ister. Bu korunmayı ise, kendi merkeziyetinde diğerini kendi bilincinde ve bilinçaltında taşıdığı malzemeleri kullanarak yapar. Herkes dış dünyayı yalnızca sahip olduklarıyla (zihnindekilerle) kavrayabilir. Zihin içeriği dünyayı yaşamak için bir malzeme deposudur ve kimse depoda olmayan unsurlarla hayata cevap veremez.

 

Özne, doğa başta olmak üzere içindeki tüm varlığı kontrol altına almak ve onu kendi hizmetine (faydasına-çıkarlarına-isteklerine) yönelik kullanmak isteyendir. Özne, kontrol edemezse anlayamaz; anlayamazsa dışarda kalır; dışarda kalırsa tehtit altındadır ve tehtit altında kalırsa sonu gelir. Bu yüzden öznenin hem ontolojik hem de epistemolojik düzlemde kendini garantiye alma ihtiyacı vardır. Bu garantiye alma edimi bir müddet sonra bir ilişki kurma biçimine dönüşür ve özne artık tüm dünyayı kendi epistemolojik yargısına mahkum eder. O artık epistemik bir öznedir ve sürekli dış dünyayı yönelmek suretiyle ötekine ağ atar. Ağ atmak bir ilişki kurma biçimidir. Benin ötekiyle olan ilişkisidir. Özne ve nesne karşı karşıya geldiği anda “temas ve tanıklık” başlar. Tanıklık, birbirini algılamaktır. Algılama başladığı anda zihin akışı da artık devreye girmiş ve yargılama süreci de başlamış olur. Özne, diğerini tanımlayana kadar o yabancıdır. Farklıdır. Ne zamanki onu kendi anlam dünyası içinde anlamlandırır, uydurur, eritir ve diğerleriyle benzer hale getirirse ancak o zaman onu tanıdık kılmış olur. O artık aşina olunandır, benzerdir, diğerleriyle aynı olandır, belli bir kategoriye yerleşmiştir. Yeri ve ait olduğu yer bulunmuştur. Kısacası “o artık tanımlanmış ve neliği” anlaşılmıştır. Öznedeki anlama gerçekleşmiştir. Evet o “anlaşılmıştır.” Dolayısıyla artık zihni meşgul edici bir yanı kalmamıştır. Özne tatmin olmuş ve güvendedir. Özne tüm dünyayı bu şekilde kendi zihni ve anlam dünyası kategorisine oturtmaya çalışır ve hepsini ayrı ayrı odacıklara yerleştirir. Bu anlamda, dış dünya öznenin zihni kadardır. Oysa dış dünya sonsuz olasılıkların toplamıdır ve öznenin tecrübe etmediği /tanımadığı aşkın anlam vardır. Dış dünya / diğeri, özneyi aşandır. Öznenin tanımladığını ve çözümlediğini zannettiği her edim, diğerinin yeni bir hamlesi ile yıkılır. Özne böylece diğerini hiçbir zaman tanımlayamayacağını, kendi anlam dünyası içinde eritip tek tipleştiremeyeceğini anlar. Çünkü insan denen varlık aşkın bir anlam dünyasına sahiptir. O tıpkı bir nesne gibi, özne tarafından tanımlanamaz, anlamlandırılamaz, analiz edilemez, şeyleştirilemez, tek tipleştirilip kenara koyulamaz olandır. İnsan kendi anlamını hep yeniden inşa eden ve bu yönüyle de olmuş, bitmiş, tamamlanmış, çerçevelenmiş ve sabitlenmiş bir varlık değildir. öznenin diğerine yönelik her tanımlama ve sabitleme çabası, diğerinin aşkın ve yeni bir hamlesi yeniden yıkılır. Öznenin, diğerini kendi anlam dünyası içinde sabitleme ve tanımlama çabasını ifade eden bu epistemolojik ve ontolojik tahakküm / şiddet / zorbalık; diğerinin sınırsızlığı altında yok olur. Çünkü insan varlığı hiçbir zaman tanımlanamaz, ele geçirilemez, temas edilemez, tüketilemez, kuşatılamaz olandır. O kendi hakikatini diğerine açımlar ancak teslim etmez. Paylaşır ama tükenmez. Öznenin sırf anlamak için kendi zihni kalıplarına ve anlam dünyasına yönelik onu dönüştürme ve biçimlendirme çabasına izin vermez. Öznenin diğerine yönelik her tahakkümü ve yargı şiddeti, diğerinin baş kaldırışı ile yerle bir olur. Böylece özne ve diğeri arasındaki ilişkide herkesin aynı hale geldiği ve bütünün içinde eritildiği monadlaşma yıkılır. Monizmin yerini plüralist bir bakış alır. Birden çokluk çıkar. Ve tüm bu çokluğun içinde herkes kendi oymağına oturur ve akar. Ben ve diğeri arasındaki her ilişkide karşılıklı epistemolojik, ontolojik ve aksiyolojik bir temas etme var olduğundan, temasta ise birbirine karışma vardır. İki varlık birbirine zihnen, ruhen ve bedenen karışır. Ve yine herkes birbirini birbirinde taşır. Ses ve söz burada en etkili ifadedir. İfade, insan tininin bir tezahürü ve yansıması olup kişi ruhundakileri ancak ifadede sunar. O, insan ruhundakilerin artık başkası tarafından “algılanabilir, görülebilir, duyumsanabilir ve somutlaşmış” hale gelmesidir. Ancak yine bu somutlaşma çerçevelenebilir değildir. Çünkü insan varlığı “Umberto Eco’nun bir açık sanat yapıtı gibidir. Bitmiş ve tamamlanmış değil; özgür, esnek, ucu açık, dinamik, kendini devamlı yenileyen bir formda hep yeniden var kılandır. Ona her temas edenin ayrı bir anlam çıkardığı ve kaynağını kendinden alan bir hazine gibidir.

 

Bu yüzden, beden ve ruhtan oluşmuş varlık olarak insan, daima diğerinin tanımlarına ve sınırlı anlam dünyasına sığmayacak kadar çokluk içerir. Bu çokluk onun birliği içinde gözükür ancak ötekiyle daima birliği üzerinden temasa geçerek çokluğunu yaymaya devam eder.

 

 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz