Türkiye’de Seküler Kültürel İktidar Miti

Türkiye’de Seküler Kültürel İktidar Miti

Türkiye, kökü Osmanlı reform çağına kadar uzanan bir dönemden beri kendi eksen ve değerler manzumesinden kuşku duymaya başlamış bir toplum ve devlet olarak varlığını sürdürmeye çalışıyor. Batı’da meydana gelen ve bizim ayak uydurmak zorunda olduğumuz yeni dünyaya adapte olmak, onu almak, içselleştirmek, hasılı yeni bir rönesans olarak algıladığımız bu süreç, bizde açık bir uygarlık/medeniyet değişimi biçimini aldı. Ya onu gülü ile dikeni ile alacak ya da ondan kendimize bir sentez oluşturacaktık. Bu anlamda bir yanda en az  bin yıllık İslam medeniyeti etkisi altında geçmiş tarih ve birikimin bir sentezle devam etmesini isteyen İslamcı/Muhafazakar kanat öte tarafta ise İslam medeniyetine ölü bir uygarlık gözü ile bakan mutlak radikal Batıcı kanat birbiri ile derin bir kapışma ve çatışma içinde girdi. 19. Yüzyıl, bu çatışmanın taraflarının birbiri ile bitmez tükenmez kavga ve gerilimleri ile geçti. Ama Osmanlı Devleti ayakta kaldığı müddetçe çatışmanın her iki kanadı da tam bir egemenlik sağlayamadı. Bir yanda İslam Hukukunu güncelleştirmek için büyük çaba sarfederek Mecelle adlı eserini kaleme alan Ahmet Cevdet Paşa, öte yandan da vulger materyalizm ve pozitivizmin etkisine kendini kaptıran bir dizi Osmanlı aydınının çabası ile önerilen radikal modernleşme projesi bir arada varlıklarını muhafaza etmeye devam etti. Gerçi daha Osmanlı dönemi kapanmadan önce de radikal Batıcılar ciddi güç temerküzüne sahiplerdi. Onların en öncü isimlerinden biri Abdullah Cevdet’in tabiri ile Batı uygarlığı tartışmasız üstünlüğü nedeni ile geleneksel Osmanlı-İslam uygarlığına galebe çalmıştı: “ İkinci bir medeniyet yoktur; medeniyet sadece Avrupa medeniyetidir”. Radikal Batıcı kanadın birçok ismi de Abdullah Cevdet gibi düşünmektedir. Ama onların karşısında ya da yamaçlarında farklı eksenler de vardır. Özellikle İkinci Meşrutiyetten sonra gelen çok sayıda farklı düşünür de eskinin tümden tasfiye edilmesinin onulmaz kültürel açmaz ve buhranlar oluşturacağının ayrımında olarak yumuşak bir geçiş önerisinde bulunurlar. Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi isimlerin eski ile olan kişisel bağları onlara toplumsal proje olarak da sentezci Batı yönelimini ima ediyordu.  Hatta yer yer Batıcı eksende gördüğümüz Halide Edip, Ziya Gökalp gibi isimlerin bile tam ve mutlak bir uygarlık kopuşu konusunda çok hoşnut olmadıklarını biliyoruz.

 

Ama neticede Osmanlı’nın Birinci Dünya savaşından yenik çıkması ile ortaya çıkan yeni tablo, bizi yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti ile radikal bir kopuşa tanıklık etmek durumunda bıraktı. Artık eskiyi temsil eden tüm değerler manzumesi ve tüm kurumsal yapıları ile derin bir hesaplaşma içine girilecek olan Cumhuriyet Devrimlerine tanık olacaktık. Devrimler ardı arkasına sökün etti. Her biri bir başka travmatik etki yaratan bu Devrim çağı özellikle Atatürk’ün ölümüne kadar devam etti. Elbette siyasal meşruiyetin ekseninin değişerek Saltanattan Cumhuriyete geçilmesi ciddi bir dönüşümdü. Ama bunu daha radikal olan Hilafet kurumunun kaldırılması, Devletin dininin anayasadan çıkarılması, bin yıllık alfabenin Latin olanla değişmesi hasılı İslam kimliğinin temsil ettiği tüm değerlerin reddedildiği, kısmi olarak yaşamasına lütfedildiği durumlarda da İsmail Kara’nın ifade ettiği gibi paranteze alındığı bir dönem yaşandı.

 

Artık Cumhuriyet’in yeni kültürel değerleri Batıda ne varsa o olacaktı. Ziya Gökalp’in Kültür ve Uygarlık ayrımı olarak bilinen meşhur kuramında bu geçişin olabildiğince estetize edilerek ve yumuşatılarak uygulama aşamasına geçirilmesi önerilmişti. Ancak Cumhuriyet elitlerince artık böylesi bir senteze gerek kalmamıştı.  Bu dönemle birlikte Türkiye’de yeni bir kültürel atmosfer yeşermeye başladı. Alaturkanın ve eskiyi çağrıştıran her şeyin değersiz addedildiği bir kültürel tercih siyaseti egemen oldu. Eski olan her şey tümüyle değersizdi. Türk musikisi, eski yazı, eski eğlence hayatı hepsi birer birer kırılıp yok edilecekti. Klasik Türk Musikisinin Devlet radyolarında icrasının yasaklanması başka türlü nasıl mümkün olabilirdi.  

 

Böylece yeni bir kültürel ortodoksi inşa edildi. Batılı kıyafetleri giymek, batı müziği dinlemek, vals etmek, alkollü içkileri tüketmek, en azından dini sebeplerle alkol almaya karşı çıkmamak yeni kültürel iktidarın kırmızı çizgilerini oluşturacaktı. Dikkat edilirse Türkiye’de bize modernleşme olarak lanse edilen dönüşümlerin aslında sadece bir yaşam tarzı değişikliğinden; alaturkadan alafrangaya geçişten öte bir anlamı olmadığı görülecektir. Batı modernliğinin kendi toplumunda yapmaya muvaffak olduğu rasyonel, akılcılaştırılmış, öngörülebilir, eleştirel olan ve kutsal dogmalara dayanmayan, demokratik toplum modeli yerine kurulan yeni Cumhuriyetin neredeyse bir yaşam tarzı değişimi olarak ortaya çıkması oldukça dikkat çekicidir. Özellikle erken Cumhuriyet döneminde devletin bu yaşam tarzı değişikliklerini topluma dayatmak için harcamış olduğu olağan üstü çaba, ülkenin çok önemli sosyal sermaye rezervlerini alıp götürme pahasına ciddi bir çağdaşlaşma/asrileşme olarak uygulandı. Neticede elbette onuncu yıl marşında ifadesini bulan “on yılda on beş milyon genç yaratılmıştı her yaştan”.

 

Bu her yaşta hep genç, hep taze Cumhuriyet kuşakları yaşam tarzı üzerinden giden bir değerler inşası sürecinde görev aldılar. Cumhuriyet imam figürü karşısına öğretmeni koyarak karanlıklar içinde olan Anadolu köylüsüne elini uzatmaya çalıştı. Ama uzanan el öylesinde yoz bir söylemden köken buluyordu ki ilk etapta bir karşılık göremedi. Anadolu denen bu derin coğrafyada yer yer bu kültürel iktidar dayatmasına direnişler oldu. İnsanların yüzyıllardır inana geldikleri değerler manzumesinin bir safsata, boş inanç olduğunu, pozitivist modernlik dışında başka bir yolun olmadığını insanlara ileten o çağın influenzarları yerel halk ile kültürel bir rekabete girdiler. Gavurlaşacak diye çocuklarını okula göndermek istemeyen insanların hikayeleri bize resmi söylemle gerici kalkışmalar olarak yansıtıldı. Devletin Türk toplumuna giydirmek istediği elbisenin onların bedenine uyup uymadığına hiç bakılmadı. Bu çağda bir insan, altında şalvar, üstünde ceket, kafasında sarıkla nasıl gezebilirdi? Üstü kaval, altı şişhane olmakla tahkir edilen bu insanlara şapka giydirilmekle muasırlaşmanın sağlanacağı vehmedildi. Cumhuriyet’in kurucu elitlerinin bu şekilsel çağdaşlaşmaya kafayı taktıkları kadar biraz olsun maddi uygarlık, rasyonel ve akılcılaştırılmış bir toplum kurmak için çaba harcasalardı, yaptıkları dönüşümlerin toplumsal gerçeklikle test edilmesi yoluna giderek tepeden inmeci bir modernleşme yerine alttan ve içselleşmiş bir modernlik yolu izlense idi bugün çok faklı bir ülkede yaşıyor olacaktık. Ama öyle yapılmadı. Biz bize benzerdik. Başka bir topluma öykünürken, oradan aktarma yaparken de yine bizim aktarma yapan tarzımız farklı olurdu.  

 

Cumhuriyet elitlerinin bu yaptıklarının Anadolu toplumunda karşılığının ne olduğunu bilmedikleri söylenemez. Erken Cumhuriyet’in önemli ideolog ve romancısı olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu devlet ve toplum arasında var olan bu sosyal mesafeyi Yaban romanında çok çarpıcı bir şekilde şu anıtsal cümlelerle belgelemişti:

 

“Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum; Türk entelektüeli, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu zengin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız bir kişidir. Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese de bize etrafında hasıl olan boşluk, soğuk ve itici hava, ona her an kendi toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat olduğunu bildiriyor”  Bu satırların ardından Yakup Kadri, yazarken elini titreten bir gerçeği tespit eder:  “Her memleketin köylüsü ile okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır, bilmiyorum! Fakat okumuş̧ bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londra’lı İngiliz’le bir Pencap’lı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür” 

 

Evet bir kültürel iktidar kurmak kolay değildir. Toplumu değiştirmek dönüştürmek için elli yıl bekleyecek zamanı olamayan Cumhuriyet kurucusunun “ az zamanda çok iş” olarak tavsif ettiği durum tam da bu demekti sanki. Elbette Cumhuriyet modernleşmesinin bu şekil üzerinden giden özelliğini fazla vülgarize ettiğimin farkındayım. Ancak bu şekil düşkünlüğünün bu  düzeyde bir eleştirisinin yapılması da önem arz ediyor. Zira bu şekil belasından bugün de kurtulamadığımızı, erken Cumhuriyette Kemalist kadrolarca yapılan bu seçimin bugün yine İslamcı/muhafazakârlar tarafından da kopyalandığını görüyoruz. Yine şekil, içerik ve niteliğin önüne geçiyor. Yine semboller savaşında içeriğin önemi buharlaşıp gidiyor. Koskoca medrese alimlerinin eski kafalı oldukları gerekçesi ile  Darülfünun’dan uzaklaştırılmasında olduğu gibi bugün de liyakat kespetmeyen insanların alnının secdeye değmesi  onları makbul ve tercih edilebilir kılabiliyor.

 

Peki tüm olup biten bu süreçten sonra Türkiye’de kendilerine seküler/laik diye ifade ettiğimiz kesimlerin bir kültürel iktidarları var mı ? Bu soru sanki  çok abes gibi duruyor. Denilebilir ki elbette Türkiye’de bugün siyasal iktidarı elde tutan muhafazakar bir yapıya rağmen kültür ve sanattan show dünyasına sekülerlerin iktidarı tartışmasızdır. Devlet Opera ve Balesine, Devlet Tiyatrosuna, Sinemaya, Edebiyata biraz bakmak bu yargıyı doğrulamaya yetecektir. Ancak seküler Türkiye’nin kendi kültürel iktidarları olarak tanımladıkları bu yapının kendilerinin öz malı olduğunu ifade etmek mümkün müdür ? Erken Cumhuriyet’le başlatılan Türk aydınlanması ile topluma benimsetilmek istenen kültür unsurlarının tümü Batı’nın değerler sistemi ve kültür kurumları taraflıdan vülgarize edilerek Türkiye’ye aktarılmıştır. Ortada bir kültürel iktidar varsa  o da önce Fransız olarak başlayan ardından, Avrupa ve nihayetinde Amerikan olan bir kültürün Türk toplumuna giydirilmesi sürecidir. Yani bizim hala bir kültürel iktidarımız yok. Bu konuda düşünmeye devam edeceğiz.

 

Diğer Yazıları

Peki Kültürel iktidar Kimde ?

Peki Kültürel iktidar Kimde ?

  • 08.08.2024 / 16:31

Yorum Yaz