Türkiye’de Darbe Geleneği Ve 15 Temmuz Teşebbüsü

Türkiye’de Darbe Geleneği Ve 15 Temmuz Teşebbüsü

TÜRKİYE’DE DARBE GELENEĞİ Ve 15 TEMMUZ TEŞEBBÜSÜ

Yakın dönem Türk siyasi tarihi darbeler, darbe teşebbüsleri ve muhtıralarla şekillenmiştir. İstisnasız her 10 yıllık dönemde bu süreçlerden biri yaşanmıştır. Hatta bazı on yılların, misal 1960'ların ortalamasına 2-3 darbe teşebbüsü düştüğü de olmuştur. Ancak tüm darbeler aynı şiddet ve etkide olmamıştır. Örneğin, 27 Nisan Muhtırası neredeyse 2000'li yılların ilk on yılının "gönlü kalmasın" ve o on yıllık dilime de bir darbe düşsün endişesiyle yapılmış gibidir. 27 Nisan Muhtırasına siyasi iradenin ilk kez direnmesi ve bu sebeple etkisinin hafif atlatılması, bundan sonra darbelerin olmayacağına dair bir inancın yerleşmesine sebep oldu. Ancak, bir sonraki on yılın rutinini belirleyen 15 Temmuz darbe teşebbüsü, askeri bütün olanakların seferber edilmesiyle, Türkiye darbe tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şiddet seviyesiyle gerçekleşti.

15 Temmuz'un dehşet verici şiddeti ve yıkıcılığı, önceki darbelerle kıyas dahi kabul etmeyecek düzeydedir. Bundan önceki darbeler esnasında memleket öyle savaş alanına falan dönmüş değildir. Hatta kimsenin burnu bile kanamamıştır dense yeridir. Darbe, darbe bildirisinin TRT'de efendi efendi okunmasıyla sona ermiş ve yaşanılan felaketlerin tamamı, altını çizerek ifade edeyim, “darbeden sonra gerçekleşmiştir.” Darbelere karşı siyasi iradenin tavrı, Süleyman Demirel'in şapkasını alıp gitmesiyle simgeleşen bir duruştan; halkın tutumu da darbe bildirisinin talimatlarına uymaktan ibaret olmuştur.1960'ta radyo bildirisinde şu ifadeler yer aldı: "Sevgili vatandaşlarımızın sükûnet içinde kalmalarını ve resmi sıfatı ne olursa olsun hiç kimsenin sokağa çıkmamasını rica ederiz." 1980’deki bildiri ise şu cümlelerle noktalanıyordu: "Vatandaşların sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetlerine güvenmelerini beklerim." Ne siyasetçiler ne halk ne de STK’lar ve hatta her mahalleye yayılmış illegal örgütler, hiç kimse bu beklenti ve rica sahiplerini hayal kırıklığına uğratmadı. İnsanlar bu kibar davete icabet etti. Darbe, elde avuçta ne varsa alıp götürdü. Halk da "öğrenilmiş çaresizlik" sendromuyla ne yapmaları gerekiyorsa onu yaptı.

Darbe tertiplemek, planlamak, uygulamaya koymak öyle sanıldığı gibi çok karmaşık bir iş gerektirmiyordu. Söz gelimi, ilk darbe komitesi, iki düşük rütbeli subayın, Osman Köksal ve Talat Aydemir'in hatıratında belirttikleri üzere 1956 Eylül’ünde bir çay bahçesinde, birbirlerine dondurma ısmarlama muhabbeti esnasında gelişmiş, daha sonra arkadaşları Sezai Okan’ın Yenişehir’deki evinde toplanarak 3-4 kişiyle komitenin temellerini atmışlardı. Aydemir, kendi günlük plan ve programını hani neredeyse bir öğretmen titizliğiyle Harp Okulu’nda müfredata ekleterek, 1962 ve 1963 olmak üzere iki kere darbe girişiminde bulundu. İlkinde Ankara’daki birliklerin bir kısmıyla, ikincisinde Kara Harp Okulu talebeleriyle harekete geçti. 15 Temmuz’dan önceki son ve en büyük darbe olan 28 Şubat, Sincan’da 3-5 tankın yürütülmesiyle gerçekleştirildi. Hatta rivayete göre işgüzar gazeteciler ilk geçişi görüntüleyemeyince, hatır için ikinci kez geçiş yapılmış ve gazeteciler bu sefer görüntü almayı başarmışlardı. Ardından "bu demokrasiye bir balans ayarıdır" şeklinde kısa bir not düşüldü. Darbelerin en acımasızlarından olan 12 Eylül’de kuvvet komutanları pırıl pırıl üniformalarıyla Kenan Evren’in kanatları altında "beşi bir yerde" ip gibi dizilmiş vaziyette TRT ekranlarına çıkıp sakince bir darbe bildirisi okudular. Yüzlerine yansıyan tek ifade ilk girişimlerde başarmış olmanın mutluluğuydu. Sivil hayatta her kim, öfkeden deliye döndüyse, şok yaşamışsa da içinden yaşadı. Olan biten bundan ibaretti.

Türkiye'deki darbeler, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi mükemmel bir tasarı ve detaylı bir plan, her yönüyle incelikle düşünülmüş ve ayrıntılı bir şekilde hazırlanmış stratejilerin ürünü değildi. Darbe teşebbüsünde bulunmak da aslında kelleyi koltuğa almak anlamına gelmiyordu. Keyfe keder, 'ya nasip deyip yola çıkalım, oldu oldu, olmadı çay içeriz' pişkinliğinin ve kimseyi hesaba katmamanın rahatlığının bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Başarısız bir girişimin emeklilik maaşına mahkûm olmanın ötesinde bir maliyeti yoktu. Darbe teşebbüsünde başarısız olanlara da kimsenin bir şey dediği yoktu. Bazılarına ilk teşebbüsleriyse eğer uyarı cezası verilirdi. İkincisinde ya emekliye sevk edilir ya da askeriyeden uzak büyükelçilik, senatörlük gibi makamlara atanırdı. 50 tane darbeye adı karışan Madanoğlu 1966’da Cevdet Sunay tarafından kontenjan senatörü olarak atandı. Albaylar cuntası ise büyükelçiliklere güya sürgün edildi. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, 9 Mart 1971 darbe teşebbüsüne adı karışan orgeneral rütbesindeki subaylar haricindeki tüm subayları resen emekliye sevk etti. 1977'de darbe teşebbüsünde bulunduğu iddia edilen Namık Kemal Ersun beraberindeki iki yüz askerle birlikte aynı şekilde emekliye sevk edildi. Hepsini sayamayacağız ama tek talihsiz olanları Aydemir ve arkadaşı Binbaşı Fethi Gürcan oldu.

Darbe işleri sadece askerleri ilgilendiren bir oyundan ibaretti. Ekonomiye, siyasete, sivil hayata maliyeti kimsenin umurunda bile olmazdı. 28 Şubat darbesinin ekonomiye maliyetinin 400 milyar dolar civarında olduğu söylenir. Sorgu yok, sual yok, hesap vermek yok. Kendi kendilerini sorguluyor, kendi kendilerine hesap soruyor, kendi kendilerine işten el etek çektiriyorlardı. Kim hızlı davranırsa darbe onundu ve her şey bu derece basitti. Yapamayan emekliye ayrılır ama yine de umudunu kaybetmezdi. Bir raconu vardı sadece darbenin, mesela Cevdet Sunay'ın başına 1960 darbesinde talih kuşu o emekliyken bu racon vesilesiyle konmuştu. Darbeyi albaylar yapınca dönemin Üçüncü Ordu Komutanı Ragıp Gümüşpala "Darbeyi yapan benden daha düşük rütbeliyse oraya gelir; hepinizin topuklarına sıkarım" mealinden bir şeyler söyleyerek bu raconu hatırlatmıştı. Cuntacılar da apar topar emekliye sevk edilmiş Orgeneral rütbesindeki Cemal Gürsel, "İstediğin orgeneral ise al sana orgeneral" diyerek darbenin başına geçirmiş ve meseleyi kapatmışlardı. Rivayete göre Cevdet Sunay İzmir’den Anakara’ya getirilirken uçakta meselenin detaylarını öğrenmişti.

Anadolu köylüsünün onurudur, haysiyetidir, şerefidir, malı mülküdür; tüm sivil iradenin gaspı, tecavüzüdür, darbecilerde ahlaki ya da vicdani en ufak bir rahatsızlığa yol açmazdı. Küçük insanların dünyasının tarumar edilmesi, Olimpos'tan bakan bu üniformalılar için önemsizdi. Bu sıradan köylüler zaten böyle vasıflara sahip olamazdı. 12 Eylül mağdurları 40 yıl sonra bile o günleri anlatırken ekranlarda çocuklar gibi çaresizce ağlıyorlar. Ama yine de askerlerin dünyasında travmaya yol açan bazı şeyler de yok değildi. Sanatçıları, yazarları, akademisyenleri, siyasetçileri, öğretmenleri ve talebeleri cezaevlerine don ve atletle tıkış tıkış koyarken zedelenen onurlarını umursamazlardı, ama alt rütbedeki birinin onlara yapacağı hareket en büyük kâbuslarıydı. 1960 cuntasında, askeri hiyerarşi çiğnenmişti. Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulunan Mustafa Rüştü Erdelhun'un yeni yetme teğmenler tarafından ağır hakaretlere maruz kaldığı ve ensesine tokat atıldığı rivayet edilmektedir. Bu olayın etkisiyle, emir-komuta zinciri ve üst rütbelerin onuru, bütün darbelerde her zaman öncelikli bir mesele olmuştur.

Bu tarvmanın etkisiyle ast-üst ilişkisine dayalı, küçüklerini sevmek büyüklerini saymak, karşılıklı sevgi ve saygı esastı. O tarihten sonra emir komuta ilişkisi içinde darbe tertiplemek, Genel Kurmay Başkanı’nın gönlünü kazanmak öncelikleri oldu. Tabii bu grupların, gizli komitelerin olmadığı anlamına gelmezdi. Darbe teşebbüslerinde esas olan başarılı olmaktı. Başarılı olmanın temel şartlarından biri de bunu ilan etmekti. Bildiriyi kim önce okursa darbe onundu. Darbe yapma kararlılığında gözü dönmüş bir grubun "Biz darbe yaptık" demesi yeterli oluyordu. Gruplar arası geçişler de esnekti. Kimse öyle dün bizim saflarımızdaydın bugün başka safa geçtin ne işsin diye gönül koymazdı. 12 Mart 1971 Muhtırası'nda böyle oldu. Ordu içinde Cemal Madanoğlu önderliğindeki sol cenah TRT binasına koşarken, sağ cenah onları derdest eder etmez öğlen vakti TRT’ye giderek darbe bildirisini okudu. Aralarında tatlı bir rekabet, sevimli telaşlı bir koşuşturma vardı. Geçişlerden bahsetmişken şunu da hatırlatalım: Herkes Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler’i sol cenahın liderlerinden bilirken, bir anda sağ cenahta darbe komitesinde bitivermişlerdi. Muhtıra bildirisinde ikisinin de imzası vardı.

Özetle, askeri vesayet döneminde darbe tertiplemek son derece doğal ve sıradan bir işti. Ne herhangi bir riski ne de sorumluluğu vardı. Ne kimseye bir hesap verilirdi ne de başarısızlık karşısında bir mahcubiyet duyulurdu. Yüzleri bile kızarmazdı. Olan biten ne varsa bu kapalı dünyanın kendi kurallarına göre işlerdi. Darbe esnasında bunlara kimse direnmediği için sorun yaşanılmazdı. Kurbanlık koyun gibi insanlar darbeden sonra kesim sırasını beklerdi. "Darbe yaptık ey halkım vaziyet alın" denilmesi yeterliydi. Öyle iddia edildiği gibi her ayrıntının hesaba katıldığı, iyi planlanmış ve komplike darbe süreçlerinin yaşandığı hikayeleri 15 Temmuz’u karalamak için ileri sürülmüş efsanelerdir.

Geçmiş darbe teşebbüslerinde kısaca vaziyet bu. Oysa 15 Temmuz'da savaş uçakları devreye girmiş ve TBMM'yi bombalamıştır. Aynı savaş uçakları, Polis Özel Harekât Başkanlığına düzenlediği bombalı saldırıda 43 özel harekât polisini şehit ederek, 36 kişinin yaralanmasına sebep olmuştur. Tanklar insanları çiğnemiş, başta Boğaziçi Köprüsü olmak üzere birçok şehirde halka doğrudan ateş açılmış, yüzlerce insan katledilmiş, binlercesi de yaralanmıştır. Darbe teşebbüsü esnasında hal böyleyken, darbe gerçekleşseydi sonrasında neler olabileceğini ancak Allah bilir.

15 Temmuz darbe teşebbüsü, tüm bu benzersiz özelliklerine rağmen, bazı çevreleri memnun etmemiş ve "darbe tiyatrosu," "planlanmış bir senaryo," "kontrollü darbe" şeklinde eleştirilere konu olmuştur. Bütün ordunun işin içinde olmaması, darbecilerin planlarının güya yeterince sofistike olmaması, tanklara karşı halkın sokağa çıkması neticesinde topyekûn imha edilmemiş olmaları, teşebbüsün sabaha karşı değil de saat dokuz-on civarında erken saatte gerçekleşmesi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın uçağının düşürülmemesi, Meclisin bombalanıp Külliye'nin bombalanmaması gibi birçok paranoyakça yorumlar ve iddialar, ilk günden itibaren sürekli dile getirilmiş ve halen dile getirilmektedir. Genel olarak şöyle bir algı oluşturulmaktadır: "Askerler onca olanağa rağmen bu darbede nasıl oldu da başarılı olamadı? Gerçekten halk mı durdurdu bu darbeyi? Tankın egzozuna atlet sıkıştırılması, savaş uçağına levye fırlatılması koca bir orduyu gerçekten durdurabilir miydi?" Tabii, halkın gösterdiği mukavemet bundan ibaret değil; bu daha çok işin karikatürize edilmesi. Ama yine de mümkün müdür sorusuna cevap verilecek olursa, bana göre evet mümkündür. Ancak savaş uçağını durduran levye değil, levye fırlatılmasının medyaya yansımasıdır demek kaydıyla...

15 Temmuz ile ilgili eleştirilere cevap ikinci yazının konusu olacaktır. Şimdilik şu kadarını ifade edeyim: Bu askerler, bir vesayet sisteminden ve bir darbe geleneğinden geliyordu ve kendi vesayetçi kibirlerinin ve geleneklerinin kurbanı oldular. Önceki darbelerde 15 Temmuz’da yaşananların binde biri bile yaşanmamıştı. 15 Temmuz, Türkiye siyasi tarihinde askeri vesayetin ve darbe geleneğinin en acımasız ve vahşi yüzünü sergilediği gece olarak tarihe geçti.

 

Diğer Yazıları

DON'T LOOK GAZA!

DON'T LOOK GAZA!

  • 12.05.2024 / 14:53

Yorum Yaz