Tarihsel Gerçekler ve Edebi Temsillerle İngiliz Kolonyalizminin Erken Cumhuriyet Üzerindeki Etkileri

Tarihsel Gerçekler ve Edebi Temsillerle İngiliz Kolonyalizminin Erken Cumhuriyet Üzerindeki Etkileri

 

Ferdinand de Saussure’un dilbilim çalışmaları, dilin bir göstergeler sistemi olarak ele alınmasını sağlamış ve bu yaklaşım, yapısalcı kuramın temelini oluşturmuştur. Yapısalcı kuram, yalnızca dilbilimle sınırlı kalmamış; zamanla sosyal ve kültürel olguların da dil gibi birer göstergeler sistemi olarak düzenlendiği görüşünü savunmuştur. Bu kurama göre, toplumsal ve kültürel yapılar da belirli kurallara dilbilimsel açıdan ifade edilecek olursa bir gramere tabidir.

Yapısalcı yaklaşımın uygulama alanlarından biri de edebiyat olmuştur. Berna Moran’a göre, yapısal çözümleme, bir anlatının temel yapı taşlarını ve bu yapıların nasıl bir araya geldiğini açığa çıkarır. Böylece, bir öykünün, romanın, masalın en geniş anlamıyla tüm edebi metinlerin yüzeyinde görülen olayların ve karakterlerin ötesinde, daha geniş bir anlam dünyasını keşfetmemizi, altında yatan temel yapıları ve bu yapıların nasıl işlediğini anlamamıza yardımcı olur.

Bu kuramdan yola çıkarak öykülerin ve masalların yapısını analiz eden T. Todorov ve V. Propp gibi araştırmacılar, anlatıların altında yatan temel yapıları ve bu yapıların işleyişini anlamaya çalışmışlardır. Başka bir ifadeyle, öykülerin altında yatan yapıları sistematik bir şekilde inceleyerek, dilbilimde olduğu gibi bir "öykü grameri" oluşturmayı amaçlamıştır. Moran’a göre, yüzeysel olarak bakıldığında, öykülerin birbirinden bağımsız, farklı olaylar ve karakterler sergilediği düşünülebilir. Ancak, daha derinlemesine bir inceleme yapıldığında, çeşitli olayların aslında birkaç kategoriye ve farklı karakterlerin de sabit birkaç role indirgenebileceği ifade edilir.

Yapısalcılar, metinleri belirli kurallara göre işleyen bir sistem olarak ele alır ve bu sistemin nasıl işlediğini anlamak için öyküleri parçalara ayırarak bu parçaların birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu incelerler. Bu bakış açısıyla, hikayelerde adı geçen kahramanlar, Moran’ın ifadesiyle, “farklı öz adlara, eylemlere ve sıfatlara sahip olabilir.” Öykünün nesnesi, zengin kız ve fakir oğlan, bir tarla, bir araba, bir ayakkabı, bir köy ya da bir ülke gibi sınırsız çeşitlilikte olabilir; ancak önemli olan öyküde anlatılan nesnenin ya da olayın kendisi değil, bu nesnelerin ve olayların hangi kurallara göre dizildiği ve nasıl bir anlatı oluşturduğudur. Bu çerçeveden bakıldığında, dünya dillerindeki çeşitliliklere rağmen nasıl ki benzer işleyişe sahip gramer kuralları varsa, öykülerin çeşitliliğine rağmen bir gramer sistemi tespit edilebilir ve buna bağlı olarak da analizler yapılabilir. Ya da en azından yapısalcılar gayesi bu yönde olmuştur denilebilir.

Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı romanındaki bir sahne bana yapısalcı yaklaşımla ilgili bu yorumları anımsattı. Bende asıl ilgi uyandıran kısım, çeşitli olayların ve karakterlerin birkaç kategoriye indirgenebilmesi ve yüzeyde görülen olay ve olguların ötesinde temel yapıyı anlama noktası oldu.

Aşağıda ele alınacak olan Kemal Tahir’in bu kurgusal sahnesi analiz edildiğinde, yapısalcı bir perspektifle ifade edilecek olursa, 20. yüzyılın başlarında sömürgecilik (ve özellikle de İngiliz sömürgeciliği) bir şekilde bağımsız hikayeleri birbirine bağlayan ve inşa edilmiş tarihi anlatıları biçimlendiren, boşluklara anlam katan bir gramer niteliğindedir. Bu kolonyalizm, bütün ayrıntılarıyla analiz edilmeden karakterler veya hikayelerdeki kahramanlar üzerinden yapılan analizler hep bir hikaye veya masalın farklı bir versiyonundan ibaret olacaktır.

Yorgun Savaşçı’daki sahneye dönecek olursak, Birinci Dünya Savaşı bitmiş ve İttihatçılar için bir sürek avı başlamıştır. Roman, İttihatçıların ileri gelenlerinden Diyarbakır eski Valisi Reşit Bey’in polis tarafından kıstırılması sonucu intihar etmesi ile başlar. İlerleyen bölümlerinde ülke içinde dağılmış olan İttihat ve Terakki üyelerinin romanın ana karakteri Cehennem Topçusu lakaplı Yüzbaşı Cemil üzerinden toparlanma süreci ve işgal karşısındaki mücadeleleri anlatılır.

Doktor Münir’in evinde gizlenen İttihatçı liderler, ki aralarında Enver Paşa’nın amcası İttihatçıların Paşa Emmi dedikleri Halil Paşa da vardır. O yıllarda siyasetten el etek çekmiş tiplemesine bakılacak olursa romandaki ev sahibi doktor Münir karakterinin de İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Doktor. Nazım olma olasılığı oldukça yüksektir. Bu isimler halifelik meselesi üzerinden dönemin politik çekişmelerini ele alırlar. Doktor Münir, İngilizlerin Cemal Paşa’ya yaptığı bir teklifi hatırlatır: "Hükümeti devir, padişahlığını ilan et! Seni bir şartla destekleriz; halifeliği bırakman şartıyla." Bu teklif, İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında İslam coğrafyasındaki çıkarlarını korumak için halifeliğin ortadan kaldırılması konusunda Cemal Paşa gibi daha birçok seçeneği değerlendirdiğini göstermektedir. Mesela Enver Paşa’nın da benzer tekliflere muhatap olduğu rivayet edilir.

Kemal Tahir, bu kurgusal diyalogun devamında aynı zamanda Osmanlı yönetiminin geleceği üzerine yapılan pazarlıkları da gözler önüne serer. Tehdit olarak görülen halifeliğin sembolik gücünün yok edilme çalışmaları, sömürgeci güçlerin Müslümanların birliğini engelleyip bölgedeki nüfuzlarını artırma çabalarının bir parçasıdır. Bu amaçla İngilizlerin gerekirse Cumhuriyet fikrini destekleyecekleri bile ifade edilir.

Bu esnada sömürgecilerin çıkarlarının boyutunu göstermesi açısından Doktor Münir tarafından enteresan bir tespitte bulunulur: “İngilizler, Bolşeviklerle Batı arasına sokmak istedikleri tampon bölgeyi, Kafkasya'da kurabilirlerse, bunu Bolşeviklere geçici de olsa kabul ettirebilirlerse, belki Anadolu da parçalanır, bölüşülür! Yok Bolşevikler böyle bir durumu, geçici olarak bile kabullenmezlerse, Türkçesi direnecek gücü bulurlarsa, o zaman, Bolşeviklikle Batı dünyası arasında tampon mıntıka Anadolu’ya kayar. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, biz bir Türk devleti çıkarabiliriz bu kıyametten... Bütün mesele, büyük şeflerinizin bu gerçeği kavrayabilip kavrayabilememesinde...” (s. 110).

Kısaca, İngilizler yeni kurulan SSCB ile Batı bloku arasında İngiltere sömürgelerinin güvenliğini de sağlayacak şekilde bir tampon bölgeyi nerede, Kafkasya’da mı yoksa Anadolu’da mı kuracakları tartışılmaktadır. Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı adlı romanında yer alan bu beyin fırtınası, her ne kadar tarihi şahsiyetlerden ilham almış gibi görünse de nihayetinde edebi bir kurgudan öte bir anlam yüklenemeyeceği gibi tarihi bir belge niteliği de taşımamaktadır.

Ancak, aynı hikayenin kurgu dışı versiyonları da mevcuttur. İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden Kazım Karabekir, "İstiklal Harbimizin Esasları" adlı hatıratında, Mustafa Kemal’e gönderdiği bir telgrafta Kafkasya Cephesi’nin Türkiye için hayati bir önem taşıdığını vurgular. Karabekir, “Kafkasya seddinin yapılmasını Türkiye’nin mahvü katii proje addedip bu seddi Düveli İtilafiyeye yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri de göze aldırmak mecburiyetinde” (s.186) olduklarını ifade eder.

Yine aynı çerçevede, başka bir hikayeyle karşılaşıyoruz. Mezher Ahmed’in Kurd u Kurdistan Di Belgeyên Nehêni yên Britanyayê (Britanya Gizli Belgelerinde Kürtler ve Kürdistan) ve Mesut Yeğen’in İngiliz Belgelerinde Kürdistan adlı, İngiliz arşivlerine dayanan çalışmalarında, Kürdistan Teali Cemiyeti lideri ve 19. yüzyılın efsanevi Kürt lideri Şeyh Ubeydullah Nehri’nin oğlu Seyyid Abdülkadir’e dair ilginç bir bilgi yer alıyor. Siyasi Subay Amiral Calthorpe'un 13 Nisan 1919'da İstanbul’a gönderdiği telgrafta, Senato Başkanı (Şura-yı Devlet) Seyyid Abdülkadir’in yakın bir görüşmede, İngiliz mandasındaki Hicaz Kralı’nınki gibi bir pozisyon verilmesini ima ettiğini rapor ediyordu. Şeyh Abdulkadir’in bu açık talebi, özellikle Cizre-Botan mirleri Bedirhaniler ve Süleymaniye mirleri Babanzadeler gibi güçlü rakiplerini bertaraf etmenin en kestirme yoluydu.

Şeyh Abdulkadir Nehri, babası Şeyh Ubeydullah’ın 1881’deki isyanından sonra sürgün yıllarını İstanbul’da geçirmiş ve bu dönemde İttihat ve Terakki kadroları arasında yer almıştı. 1896’daki darbe girişimine adı karıştığı için bu kez de İstanbul’dan sürgün edilmişti. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte sürgün dönüşü İstanbul’da binlerce Kürt tarafından karşılandığı basında yer alıyordu. Kürtlerin, 20. yüzyılın ilk çeyreğinin en önemli siyasi aktörü olan Şeyh, hedefine ulaşmak gayesiyle İngilizlere çeşitli önerilerde bulunduğu görülüyordu. Seyyid Abdulkadir’in İngilizlerin sömürgeler üzerindeki siyasi stratejileriyle uyumlu bir taleple onları ikna etme çabası, Kemal Tahir’in "Doktor Münir’in evinin salonunda gerçekleşen sahnede ona yer vermeyi unutmuş" dedirtecek kadar şaşırtıcıdır. İngiliz siyasi subayının merkeze gönderdiği başka bir rapora göre, Abdulkadir: "Bolşevik tehlikesini vurgulamakta ve Kafkas Cumhuriyetleri’nin önünde bir set oluşturmak istiyorsak, bunun Türklerden ziyade Kürtlerin sağlayabileceğini belirtmektedir."

Kraliçenin güneş batmaz imparatorluğunun sömürgeler üzerindeki bu siyasi hesapları bir sır değildi. İmparatorluğun etki alanında yaşayan tarihi şahsiyetlerin bu malum bilgiden hareketle stratejiler geliştirmesi de doğrusu bana çok anormal bir durum gibi gelmiyor. Hatta tarihin gramerini tespit etmek ve aktörleri bu yapının iradesiz nesneleri gibi okumanın da eleştiri götürmez çok makbul bir yaklaşım olduğu iddia edilemez. Şeyh Abdulkadir’in babası Şeyh Ubeydullah Nehri, Berlin Antlaşması’nın 61. Maddesini duyduğunda öfkeden deliye döndüğü “Neler işitiyorum, Ermeniler Van'da bağımsız bir devlet kuracak, Nasturiler İngiliz bayrağını çekecek ve kendilerini İngiliz tebaası ilan edecekler. Kadınları silahlandırmak zorunda kalsam bile buna asla izin vermem” dediği R. Olson, W. Jwaideh gibi araştırmacılar tarafından aktarılır. Nehri ailesinin bu olayların sonucunda ağır bedeller ödediği ise bilinen tarihi gerçeklerdendir. Ancak İtilaf Devletlerinin, bilhassa İngiltere’nin, Osmanlı toprakları üzerinde nihai söz söyleme yetkisine sahip bir aktör olarak sahnede yer almasıyla birlikte yeni şartlar ortaya çıkmış ve bu gerçekliğe bağlı olarak şimdi yeni şeyler söylemek zamanıydı.

Bu kadar ciddi bir önemde olmasına rağmen, Erken Cumhuriyet’te İngiliz kolonyalizminin etkisinin tüm çıplaklığıyla tartışılamadığı da bir başka gerçektir. Hilafeti kaldırma pahasına hemen her kesle ve de her türden pazarlığa açık bir İngiliz siyaseti bugüne kadar anlatılan bütün hikayeleri. masalları, anlatıları kuşkulu hale getirdiği bilinmesine rağmen ciddi anlamda akademik tartışmalara konu olmamaktadır. Bu konuyla ilgili yazılan, çizilen ve anlatılan her ne varsa, genellikle belgelere ve kaynaklara dayalı olarak tartışılmaktan uzak ve spekülatif niteliktedir. Aslında bu durum, bilinçli bir yöntemin parçası olarak değerlendirilebilir. Konunun ciddi akademik tartışmalara konu olmasını engellemek, bu tür tartışmaları spekülasyon düzeyinde tutarak gündeme getirenlere "yarı deli" muamelesi yapmak, meselenin ciddiyetini azaltmak ve olayları gözden düşürmek için kullanılan bir stratejidir. Bu şekilde, kolonyalizmin etkileri tartışılmaz hale getirilirken, tartışmayı başlatanlar da her zaman marjinalleştirilmek suretiyle bertaraf edilir.  

Diğer Yazıları

DON'T LOOK GAZA!

DON'T LOOK GAZA!

  • 12.05.2024 / 14:53

Yorum Yaz