Tarihin Hareketi: Muhammed İkbal ile İhtilafın Gerekliliği
Muhammed İkbal’in değişim araçlarını anlamadaki görüşlerine dair ihtilafın önemine değinmeden önce, "hareket yasası" ve hızının, halkların yaşadığı dönüşümlerde temel bir rol oynadığını belirtmek istiyorum. Bireylerin ve grupların tarihle olan ilişkileri farklıdır; Tokyo veya New York'taki bir kişi ile Afrika'nın çöllerindeki bir kişi arasındaki tarih algısı hız ve tempo açısından farklıdır.
Avrupa Modernleşme Hareketi
Avrupa modernleşme hareketi ortaya çıktığında, Batı Avrupa’da hareketin hızı ve başarısında büyük bir artış yaşandı. Buna karşın, İslam dünyasında ve başka yerlerde hareketin temposu daha yavaş kaldı. Mesele ne aydınlanma felsefesi ne de yaratıcı bir akılcılık meselesidir. Tarihi insanlar şekillendirir ve bazıları, hataları, hayalleri ve maceraları kadar, rasyonellikleri ve dengeleriyle de tarihin olaylarının hızını ve akışını etkileyebilir. İsrail, 1980’ler ve 1990’larda bölgedeki tarihin hızını yavaşlatmayı başardı. Uzun süren barış ve normalleşme süreci, bu dönemin yönetim biçimiyle sağlandı. Ya da belki de Hz. Ali’nin fitne anında söylediği "bu işin ilacı teskin etmektir" sözüne kulak kabartmıştı, böylece mesele bir süreliğine sakinleşti.
Ancak bireysel veya toplu kararlar, tarihin hızını artırabilir. Örneğin, 7 Ekim’de İsrail’e yapılan saldırı devasa gelişmelere neden oldu. Olayların hızlanmasıyla birlikte tahmin yapma ve senaryo oluşturma yeteneği son derece zor hale geldi.
Hareket Yasası
Mevcut Arap ve İslam dünyasının ruh hali, değişim yapabilme kapasitesine sahip değildir. Arap-İslam kültürünün bu tür bir ruh haliyle olan bağlantısı, zaman ve mekanla, dolayısıyla hareket ve hız ilkesiyle ilişkili bir sorun yaratır. Düşünün ki, Müslüman aklının geçmişte zaman ve mekân üzerine ürettiği kavramlar, birey ve toplumun hareketi ve hızlı yanıt verme ile ilişkilendirilmemiştir. Zaman ve mekân, sadece Allah’a has kavramlar olarak ele alınmamalıdır; Allah bu boyutlara tabi olmayan iken, insan hayatı içerisindeki hareketinde bu iki boyuta tabi olur.
Bu durgunluğu, inanç ve medeniyet inşası arasındaki ilişkiye dair anlayış noktasında bozmak gereklidir. Çünkü bu konuların soyut incelemeleri, evreni varlık halinde görür, süreç ve hareket halinde değil. "Sizi diriltecek olana" hızla yanıt vermek, dinamik inançların bir sonucudur. İbn Haldun, toplumların bedevilikten medeniyete geçmesi için hareket hızlarını değiştirmeleri gerektiğini gözlemlemiştir. “Durgunluk ve rahatlık hali”, hareket ilkesinin doğrudan zıddıdır. Onun tarifine göre, durgunluk ve rahatlık, toplulukların yüksek düzeyde fiziksel rahatlığa ulaştığı noktada ortaya çıkar. Durgunluk, hareketin zayıflığını en doğru şekilde ifade eder.
Durgunluk sadece fiziksel tembellik ve hareketsizlik anlamına gelmez, aynı zamanda bireylerin ve toplulukların etkinliği ve başarısında düşüşü ifade eder. Düşük hareket hızının doğrudan sonucu, İbn Haldun’un deyişiyle galebeyi hedefleyen “taleplerin” keskin bir şekilde azalmasıdır. Bu galebe, medeniyetin temelidir. Talepkarlık, etkinlik ve mücadeleci olmanın tam karşılığıdır. Rahatlık hali, devletin gerilemesine zemin hazırlar.
Meydan Okuma ve Tepki Yasası
Arnold Toynbee, kanıtlamaya çalıştığımız şeyin altını çizer; medeniyete geçiş, “durgunluktan” “harekete” geçişle olur. Bu geçişi, milletlerin deneyimlerinden öğrendiği meydan okuma ve tepki yasası ile açıklar. Gerçek şu ki, tepki vermek, grupların durgunluktan hareketliliğe geçmesini gerektirir. Toynbee’nin dikkatini çekmeyen bir ilişki daha ekliyorum: Meydan okumalar, insan hareketinin hızlanmasında ve tepki şekillerinin doğmasında temel bir teşviktir. Ancak meydan okumalar, toplumların kapasitesini aşabilir ve yanıt vermeyi engelleyebilir, bu da maliyetlerin ve kayıpların artmasına neden olur.
Moğolların 13. yüzyıldaki saldırısı, Müslümanların başa çıkma kapasitesinden daha büyük bir meydan okuma oldu. Bunun nedeni, Moğol ve Müslüman dünyaları arasındaki büyük hareket hızı farkıdır. Bu dönem, Moğolların haritalarda hızlı hareket ettikleri ve çevredeki tarihin hızını artırdıkları zirve dönemiydi. Müslümanlar, Mısır sınırlarında onları yendiklerinde, Moğol hareketi başlangıcındaki kadar güçlü değildi çünkü geniş coğrafyalara yayıldıkça güç kaybetmişlerdi.
Toynbee’nin “toplumların enerjisini serbest bırakma” olarak adlandırdığı şey, hareket ve hız ilkesinin özünde yer alır. O, bunu “durgunluktan itici harekete geçiş” olarak tanımlar. İtici hareket şunu gerektirir: Eğer ihtiyaç icadın anasıysa, babası da “inat”tır.
Psikolojik Unsurlar
Tarihin hareket yönü açısından psikolojik unsurlar son derece önemlidir. Bireyler ve toplumlarda “inat” özelliği, onların etkinliklerini anlamada temel bir unsurdur. Dönüşümleri açıklarken sürekli olarak bilinmeyen bir faktör (x) varlığını varsaymak zorundayız.
Bedir Savaşı öncesi, Kureyş ordusu, Müslümanların sayısını ve teçhizatını öğrenmek için Umeyr bin Vahb el-Cümahî’yi gönderdi. O, orduyu dolaştıktan sonra geri döndü ve “Üç yüz adam; biraz fazla veya biraz eksik. Ancak bana müsaade edin, bakayım onların bir tuzak ya da yardımları var mı?” dedi. Vadiyi dolaştı ama hiçbir şey bulamadı. Sonunda, “Hiçbir şey bulamadım. Ancak ey Kureyş topluluğu gördüm ki, belalar ölüm taşıyor, Yesrib’in develeri ölüm getiriyor” dedi. Son cümle, büyüklüğü veya miktarı olmayan ama macera ve ısrarın etkileyici bir gücü olan unsuru ifade eder.
Yenilik sembolleri arasındaki ayrım çizgisi, “hareket” ile “teorileştirme” arasındaki farktır ya da gerçeklikle uğraşırken bu ikisini birleştirmektir. İkbal, hareket reformcuları kategorisine yerleştirilemeyecek bir entelektüeldi. El-Afgani bir hareket reformcusu olsa da onu entelektüeller kategorisine yerleştirmek zordur.
İddia ediyorum ki, reformcu hareketler, saf entelektüel okullardan daha etkili fikirler üretir. Afganî ve Hasan el-Benna’nın basit düşüncelerinden çıkanlar, Seyyid Kutub ve Reşit Rıza’nın derin düşüncelerinden daha büyük bir etkiye sahiptir.
İkbal’in hareket ilkesi ile yaşadığı sorunlardan biri, hareket dolu bir kişi olan Afganî’nin İslam'ı, insanın inancı ve yaşam tarzı olarak incelemeye yoğunlaşmasını tercih etmesiydi. İkbal, Afganî’nin kitlesel hareket ve seferberliğe yönelik pratik etkinliklerinden ziyade, onun entelektüel rolünü tercih etti. Ancak Afganî gibileri, bölgede bir akımın doğmasına neden oldu, İkbal’in fikirleri ise bir akım ya da grup haline dönüşemedi.
İkbal, İslam’ın dinamik bir bakış açısı benimsediğini ve evrenin hareket ve değişim içinde olduğunu düşündü. İslam’ın inşasında hareket ilkesini doğru bir şekilde içtihatla ilişkilendirdi. İkbal'in içtihatta hareket ilkesiyle ilgili kaygılarına katılmakla birlikte, tasavvufu hareket ilkesiyle ilişkilendirme biçimi konusunda ona katılmıyorum.
Tasavvufun, İkbal’in “hareketliliği” yeniden canlandırma ve dini söylemi yenileme potansiyeli gördüğü bir unsur olmasına rağmen, toplumları durgun olma halinden hareket haline getirebilmesi mümkün değildir. Tasavvuf, bir “akım” yaratma gücüne sahip olmamıştır, ancak diğer ekoller İslam dünyasında temel bir akım oluşturabilmiştir.
Tasavvufî Katkılar
Ancak bu, tasavvufun belirli dönemlerde temel akıma katkıda bulunmadığı anlamına gelmez. Tasavvuf bir “hal”dir, bir “akım” değil. O toplu biçim ve ritüellerine rağmen bireysel ve kişisel bir deneyimdir. Hazzetme ve erişebilme durumu, başkalarıyla paylaşılamayan tasavvufi deneyimlerdir.
İkbal, tasavvufi bilginin başkalarına aktarılabileceğini kabul etmez. Zira tasavvufi durumlar, akıldan ziyade bir duyguya daha çok benzer. Dini duygunun kendisi bile başkalarına aktarılamaz. Ancak duyguların aktarımı ve bir kolektifin parçası haline gelmesi, bir akımın oluşmasının temelidir.
Bana göre hareket ilkesi, tasavvufun özüne ters düşmektedir. Çünkü tasavvuf, fikri ve ruhani derinleşme ritüellerinin gerektirdiği yavaşlığı benimser. Bu ritüeller yalnızca sahiplerine özeldir ve topluma ya da medeniyete hız ve hareket anlamı taşımazlar. Bu ritüeller, kişinin kendini yormasıdır; amacı, pratik performansını hızlandırmak değil, ruhunu daha da yüceltmektir. Fikri derinlik ile yanmak arasında bir seçim yapmam gerekse, yanmayı seçerim. Çünkü yanmak, harekete ihtiyaç duyulan enerjiyi üretmekle uyumludur.
İkbal, hareket ilkesini tasavvufî pratiklerle ilişkilendirme imkanını, kendi zamanında ve mekânında gördüğü tasavvufî gerçeklikten yola çıkarak kurdu. Ancak bu, günümüzdeki tasavvufun çözülmesiyle kökten farklıdır. Bu yüzden tasavvufun peygamberlik gibi sona ermediğini, yaşamın hakikatlerinden biri olarak var olmaya devam ettiği yönündeki hüküm yanlıştır. Ancak, İkbal’in genel olarak ruhani deneyime ve eğilime dayalı anlayışının, dini düşüncenin yenilenmesinde önemli olduğunu söylemek mümkündür.
[1] Bu makalenin orijinali 09.09.2024 tarihinde alquds.co.uk’de “حركة التاريخ: الحاجة للاختلاف مع محمد إقبال” başlığıyla yayımlanmıştır. Makale Mehmet İhsan ÖZDEMİR tarafından tercüme edilmiştir.