Tabiî, Tarihî Ve Dinî Bir Hak Olarak Göç

Tabiî, Tarihî Ve Dinî Bir Hak Olarak Göç

Batı medeniyeti (bedeviyeti), dere yatağında yapılmış bir gecekondu gibi, insanlığın tabiî ve tarihî mecrasındaki normal akışını engelliyor. Bütün bir insanlık olarak yüzyıllardır bunun ceremesini çektik, çekiyoruz ve hala çekmeye devam ediyoruz. Bunun en büyük kurbanı hiç kuşkusuz Müslüman coğrafyadır.  

Hem bölgeler bazında hem de bütün bir dünya ölçeğinde, deprem, sel, yangın gibi doğal afetler, ya da savaş gibi beşeri felaketler sonucu büyük sosyal çalkantıların, altüst oluşların yaşanması normaldir. Bunların neticesinde de normalinden daha yoğun ve hiçbir gücün önleyemeyeceği nüfus hareketleri de meydana gelir. Nitekim dünyanın her tarafında olduğu gibi, üzerinde yaşadığımız topraklarda da bu tür felaketler ve akabinde beşeri altüst oluşlar eksik olmuyor. Fazla geriye gitmeden yakın tarihe müracaat ettiğimiz zaman, etkileri hala devam eden, bundan sonra da devam edecek olan büyük çalkantılar yaşamış olduğumuzu görürüz. Birinci dünya savaşında yenilmemiz ve akabinde yaşadığımız sosyolojik, tarihsel, beşeri altüst oluşlar gibi. O süreçte yaşanan Ermeni tehcirini ve ondan sonraki gelişmeleri, bunun neden olduğu beşeri sorunları biliyoruz, hala acısını çekiyoruz. Bu, bir beşeri deprem, bir sosyolojik seldir. Milyonlarca insan, bir sel gibi bir bölgeden başka bir bölgeye akmıştı nitekim. Balkanlardan, Kafkaslardan binlerce, milyonlarca insanın Anadolu’ya akması gibi. Söylediğimiz gibi normal şartlarda da bu tür altüst oluşlar yaşanır, hem doğada, hem de toplumların hayatında. Ama bu seferki çok farklıydı. Yazının girişinde işaret ettiğim gibi Batı bedeviyetinin, insanlığı tarihsel ve doğal mecrasından çıkarmaya, saptırmaya yönelik bir müdahalesi söz konusuydu. Nitekim bu müdahalenin bir sonucu olarak Osmanlı yıkılınca, kelimenin tam anlamıyla İslam mülkü, kapanın elinde kaldı. Mafyanın bir araziyi çevirip parsel parsel satması gibi koca İslam mülkü parsel parsel dağıtıldı ve yekpare mülkün üzerinde onlarca ulus devletler kuruldu. Bu devletlerin çoğu, mafyadan satın alınan arsalar üzerinde yapılan gecekondulardan farksızdı. Bu açıdan ilham aldıkları medeniyetin birer küçük şubeleriydiler.

Geçen yüzyılın yetmişli yıllarından itibaren, ülkemizde çok hızlı bir gecekondulaşma süreci yaşandı. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden ekonomik saiklerle büyük şehirlere göç eden insanlar, şehirlerin etraflarını gecekondu semtleriyle kuşattılar. Fakat bu gecekonduların önemli bir kısmı, kuruyan derelerin veya sel sularının yataklarında yapılmıştı. Bu yüzden ülkemizde hala en ufak bir yağmurda çoğu semtte evleri su basar, korkunç manzaralara tanık oluruz. Osmanlının yıkılmasından sonra kurulan gecekondu ulus devletler tam da buna benziyorlar. O yüzden toplumsal hayatta deprem veya savaş benzeri bir afet meydana geldiği zaman sosyoloji deresi, beşeri sel, doğal mecrasında kurulan bu gecekondu ulus devletlerin sınırlarını çer çöp ile birlikte önüne katarak silip süpürüyor. Bunun son örneği Suriye iç savaşından sonra yaşanan göçlerdir.

Suriye iç savaşı, bir beşeri selin kopmasına yol açtı. İç savaş patlak verdikten sonra, mafya tarafından çevrilen bir arsanın etrafına çekilen derme çatma çitlerin sel sularına kapılması gibi, Suriye’yi Türkiye’den, Ürdün’den, Lübnan’dan, Irak’tan ayıran sınır da sosyolojik sele direnemedi, azgın beşeri akışa kapılıp gitti. Milyonlarca Suriyeli söz konusu komşu ülkelere akın etti. Bu da gösteriyor ki sosyolojik derelerin yataklarında kurulan ulus devletleri, dere yataklarında kurulan evlerin akıbeti bekliyor. Bir beşeri selin akışına kapılıp gitmeleri kaçınılmazdır. Doğa, beşerî akışı sınırlandıramazsın diyor. Tarih de bunu söylüyor.

Bir ara yayınevlerinden biri, sadeleştirmem için, 1848 yılında oluşturulan ve yaklaşık dört sene faaliyet gösteren Osmanlı-İran sınırını tespit komisyonuna başkanlık eden Derviş Paşa’nın hazırladığı “Derviş Paşa müzekkeresi” adıyla bilinen bir Osmanlıca kitapçık vermişti. Orada okuduğum ve aklımda kaldığı kadarıyla Osmanlı-İran sınırı son olarak “Kasr-ı Şirin” anlaşmasıyla çizilmişti. Ancak bu, genel bir sınır tespitiydi. İki ülke o tarihlerde ortaya çıkan bazı anlaşmazlıklar üzerine, sınırı daha ayrıntılı olarak belirleme gereğini duymuşlardı. İşte Derviş Paşa’nın başında bulunduğu komisyon, Osmanlılar tarafından bu amaçla kurulmuştu. Söz konusu müzekkerede belirtildiğine göre, İranlıların Fars, Osmanlıların Basra adını verdikleri körfezden Kafkaslara kadar uzanan iki ülkenin sınırları boyunca Caf, Şikakî, Heyderî, Celalî gibi Kürt aşiretleri yaşıyordu. Her iki ülke de bu aşiretlerin kendi vatandaşları olduklarını, dolayısıyla üzerinde yaşadıkları toprakların kendilerine ait olduğunu iddia ediyordu ve iddialarını da herhangi bir senenin belli bir döneminde kendilerine verdikleri vergilere ilişkin makbuzlarla kanıtlamaya çalışıyorlardı. Mesela İran, “Caf, Şikakî, Heyderî veya Celalî aşiretlerinin yaşadığı topraklar bize aittir, çünkü falan senenin falan ayında bize vergi vermişler, işte belgesi!” diye makbuz gösteriyorlarmış. Bu sefer Osmanlılar, karşı belge olarak aynı aşiretin aynı sene içinde kendilerine ödediği verginin belgesini göstererek yaşadıkları toprakların kendilerine ait olduğunu söylüyorlarmış. Aynı sene içinde iki ayrı devlete vergi vermelerinin sebebi, yazın İran tarafında yaylaya, kışın da Osmanlı tarafında ovaya taşınmalarıydı ve bu, söz konusu konargöçer Kürt aşiretlerinin binlerce yıllık geleneğiydi. Nitekim İbn Haldun da “Mukaddime”sinde İsfahan önlerine kadarki bölgeleri “Kürtlerin konup göçtükleri araziler” anlamında “Mecalatu’l Ekrad” olarak nitelendirerek Kürtlerin bu geleneklerine işaret eder. Yine aynı eserde söz konusu topraklara “erdu’r rusum” (Devletin hakimiyetini tanımanın, saygı göstermenin bir ifadesi olarak, yerleşenlerin rüsum vergisi verdikleri topraklar) olarak nitelendirilmektedir. Sonunda söz konusu aşiretlerin yaşadıkları toprakların ortadan ikiye bölünerek paylaşılması şeklinde orta yol bulunup anlaşma sağlanıyor. Aşiretlerin de eskiden olduğu gibi, hakim devletlerin egemenliklerini tanımak ve vergi vermek şartıyla istedikleri gibi serbestçe dolaşmalarına izin verilmiş ve bu durum modern ulus devletler kurulana kadar devam etmişti. Nitekim artık istedikleri gibi dolaşamıyor olsalar da iki ülkenin sınırlarının iki yakasında aynı aşiretler yaşamaya devam ediyorlar. Tarih, insanların birey veya grup olarak, gönüllü veya zorunlu bir şekilde yer değiştirmesini engellemenin mümkün olmadığını gösteriyor.

Doğanın hareketi ve tarihin akışı, toprağın, devletlerin mülkiyeti anlamında sınırlandırılabileceğini, ama insanın sınırlandırılamayacağını ve bunun, karşı konulmaz bir evrensel gerçeklik olduğunu gösteriyor. Nitekim modern ulus devletler ortaya çıkmadan önce, hükümferma olan klasik devletler, sosyolojinin ve tarihin bu mesajını doğru anlamış ve Osmanlı-İran sınır anlaşmasından da anlaşılacağı üzere topraklarına sınır koyarken, insanları sınırlandırmak gibi bir yönteme başvurmuyorlardı. Aslında bir paradoks olarak dünyaya “ulus devlet” olgusunu dayatan Avrupa, kendi içinde bu tarihsel ve tabii yönlendirmeye uygun hareket ederek, devletlerin egemenlik alanlarının tanınması, saygı duyulması şartıyla insanların özgürce dolaşmalarına uygun bir yapılanmayı “Avrupa Birliği” adı altında hayata geçirmiş ve halen uygulamaya devam etmektedir. Beri tarafta, tabiatın, tarihin akışına, yönlendirmesine aykırı olarak toprakla birlikte insana da sınır koyan, diğer bir ifadeyle sosyoloji deresinin yatağında kurulan ulus devletler, sonu gelmez doğal ve beşeri afetlerden kurtulamıyorlar. Doğal seller gibi, sosyolojik seller de sınır tanımıyor çünkü.

Dinin yönlendirmesi de beşer tabiatının ve tarihin akışıyla örtüşmektedir. Zaten din, insanın ve tarihin doğal akışının ahlak ve hukuk kuralları kalıbına sokulmasından ibarettir. Kur’an-ı Kerim’de, Nemrut’tan tutun Firavun’a, Sebe Melikesine kadar devletlerin toprak üzerindeki egemenlikleri bir doğal olgu olarak onaylanırken, bu devletlerin insanlara yönelik uygulamaları, dayattıkları inanç sistemleri sert eleştirilere konu edilmektedir. “Allah kendilerine mülk verdi diye” tebaalarına zulmetmeleri sert bir dille tenkit edilmektedir. Bunun yanında, bu zulümlere muhatap olduğu halde göç etmeden onurunun çiğnenmesi pahasına oralarda yaşamaya devam eden insanlar da “Allah’ın arzı geniş değil miydi?” diye azarlanmaktadırlar.

Devletler, egemenlikleri altındaki toprakları koruma, sınırlarını bilip gözetme hakkına sahiptirler, ama hem kendi vatandaşlarının hem de başka devletlerin vatandaşlarının özgürce dolaşmalarına sınır koyma hakkına sahip değildirler. Burada tek şart, topraklarına ayak basılan devletin egemenliğine saygı göstermek, vergi adı altındaki mali yükümlülüğü yerine getirmektir.

Her insan, ticaret, eğitim, savaş veya başka bir insanî sebeple istediği yere göç etme hakkına sahiptir. Devletlerin bu hakkı önlemek gibi bir hakları yoktur. Sosyoloji, tarih ve din bunu öngörüyor. Zaten aykırı hareket eden devletlerin başı da afetlerden kurtulamıyor.

Suriyelilerin göçü, beşerî, tarihî ve dinî bir haktır. Bizim bu hak karşısında yapacağımız tek şey, bizim hakkımızın gözetilmesidir. Devletin toprak üzerindeki egemenliğini tanıyıp yükümlülüklerini yerine getirdikleri sürece, Suriyelileri göndermeye kalkışmak, fiilen göndermek zulümdür, haksızlıktır. Tabiî ve beşerî felaketlere davetiye çıkarmaktır.

 

 

Diğer Yazıları

Devletin Kürt Politikaları

Devletin Kürt Politikaları

  • 20.07.2024 / 00:57

Yorum Yaz