Soykırım Notları 5: Kimlik, Öteki ve Düşman

Soykırım Notları 5: Kimlik, Öteki ve Düşman

Kimliklerin ilişkisel ve farklılığa dayalı tabiatı gereği ötekiyle olan ilişkimiz varoluşumuzun kaçınılmaz, hatta gerekli bir parçası haline geliyor. Kimliklerimiz ilişkisel, çünkü referansa imkân veren bir ilişkiler ağının içinde olmadığı sürece hiçbir şey veya özne bir kimlik kazanamıyor. Anne çocuğa, kardeş bir diğer kardeşe, öğretmen öğrenciye, doktor hastaya, amir memura nispetle, onunla kurduğu ilişki üzerinden bu kimliği kazanıyor. “Ağaç” derken, ğ ve ç ile kurduğu ilişkiden dolayı “Türkçe alfabesindeki ilk harf” kimliğini kazanan “A”nın, 2+A=5 denkleminde, 2 ve 5 ile olan bağından dolayı kimliği 3 olurken, çoktan seçmeli bir soruda, soru ve diğer seçeneklerle olan ilişkisinden dolayı kimliği “ilk şık” olabiliyor. Fakat, örneklerden de anlaşılabileceği gibi, A’nın bir kimlik kazanması için sadece ilişkiye değil kendinden “farklı” olan bir “ötekine” ihtiyacı var. Tüm şıkların A olduğu ve sıralamanın olmadığı bir durumda A’nın kimliği olmuyor. A şıkkı, B olmayan; A harfi, ğ veya ç olmayan, hatta B şıkkı olmayan, 3 olmayan, elma, köpek, kalem, insan olmayan şey. On kişinin bir odada bulunduğu yerde, insanları farklılarıyla kimliklendiriyoruz. Sümeyye kimliği, diğer dokuz kişinin farklı kimlikleri olduğu yerde bir anlam ifade ediyor. Eğer başka Sümeyyeler de varsa, bu sefer, bir Sümeyye’yi diğerinden “farklı” kılan özellikler devreye giriyor tek ve biricik olan bir Sümeyye’nin kimliğini kurmak için: Sümeyyelerden, başörtülü olan; başörtülülerden, gözlüklü olan; gözlüklülerden kırmızı ayakkabılı olan… Özetle, bir kimliğin toplumsal anlamda, yani bizim için varlığını, ötekiyle olan ilişkisi ve farklılığı mümkün kılıyor.

 

Bunun sonucunda da, zaruri olan bu ilişkiyi nasıl yönetebileceğimiz meselesi toplumsal hayatımızın merkezi noktalarından birine dönüşüyor. Gündelik yaşamda kendimizi nasıl inşa ettiğimiz ve sunduğumuzla ilgilenen mikro düzeydeki çalışmalardan; kamusal alan ve ulus inşası gibi makro düzeye eğilen kuramlara kadar, sosyal-siyasal düşüncenin belki hepsi değilse bile büyük bir kısmı ben/biz’in ötekiyle olan ilişkisine kafa yormakta. Bireysel seviyedeki iletişimlerin nasıl idare edilebileceği veya kamusal alanın nasıl düzenlenebileceği gibi tartışmalar bu mevzunun nispeten daha yumuşak tarafına tekabül ederken, savaş ve soykırım üzerine olan tartışmalar ötekiyle olan ilişkinin varabileceği en uç noktaları ele alıyor. Her ne kadar ilk bakışta birbirinden bağımsız ve çok uzak iki tartışma gibi görünse de, aslında kamusal alandan savaşa veya soykırıma uzanan, en azından uzanabilecek olan çizgiyi biraz irdeleyince fark etmek çok da zor değil. Zira, ikisi arasındaki fark, ötekiyle kurulan ilişkinin mahiyetinden ziyade yoğunluğu ve şiddetiyle ilgili. Mesela, kamusal alanı, kapasite açısından birbirine denk farklı aktörler tarafından gerçekleştirilen ve değiştirilebilecek, yani canlı ve akışkan bir ortam olarak tasavvur eden bir görüşün savaşı kabul etmesi veya ona evrilmesi muhtemel. Çünkü, bir yaklaşımın, kamusal alanı, verili kimliklerin değişmez prosedürlere göre hareket ettiği bir yer değil de her an herkes tarafından değiştirilebilir bir yer olarak resmetmesi, bu yaklaşıma göre tüm aktörlerin, daha doğrusu aktör olan her topluluğun, en azından kapasite açısından, denk olduğu anlamına geliyor. Var olan düzenin ve güç dengelerinin alt üst olması her zaman olası. Bu dönüşüm de, kamusal alanı yeniden şekillendirmek adına bir mücadeleye girilebileceği anlamına geldiği için, ötekiyle olan ilişki de düşmanlığa ve savaşa evrilebilecek bir ilişki oluyor. Bir anlamda, ötekini kendine denk görmek, dostluk kadar düşmanlığı ve savaşı da getirebiliyor. Çünkü ötekiyle olan farklılıkları yönetmek her zaman mümkün olmuyor ve verili alan ve kaynaklar iki farklı kimliğin aynı anda var olması için yeterli gelmeyebiliyor. Bu da denkler arasında, kazananın alanı ve kaynakları yöneteceği bir ölüm-kalım mücadelesine yol açabiliyor.

 

Tabii ki savaşın başka türlü okumaları da yapılabilir, fakat burada yaptığım okumaya göre savaşın alternatifi, belki de karşıtı, soykırım oluyor. Zira, soykırımda işleyen süreç ötekiyle kurulan ilişkinin denk olmadığı varsayımına, ötekinin ne surette olursa olsun yaşama hakkının bile olmadığı inancına dayanıyor. Arada hiçbir şekilde kapatılamayacak bir hiyerarşi olduğu için, karşıdaki savaşmaya değer denk bir düşman değil. Çıkış noktası aynı olmasa da Bauman’ın savaş-soykırım ve kurban-düşman farkı hakkındaki değerlendirmesi bu noktada açıklayıcı olabilir. Bauman’a göre soykırımlarda, “kurbanlar, ne yaptıklarından dolayı değil, ne olduklarından dolayı öldürülüyorlar; daha doğrusu, bugünkü halleri itibarıyla ne olabilecekleri veya ne olamayacaklarından dolayı öldürülüyorlar. Seçilen kurbanların yapabileceği veya yapamayacağı hiçbir şey – buna, teslim olma ya da direniş, itaat ya da militanlık arasında yaptıkları seçim de dahil – ölüme mahkûmiyetini etkilemiyor.”[1] Ölüme mahkûm etme kararını verenler, öncelikle kurbanların kim ve ne olduğuna karar veriyor. Kurbanların “tanımlanması” üzerinde güç sahibi olarak onları isimlendirdikten ve sınıflandırdıktan sonra da, kurbanların hayatları üzerinde güç sahibi olabiliyorlar. Yani, sınıflandırmayla başlayan süreç kategorik, sınıfsal bir öldürmeyle, soykırımla sonuçlanıyor. Bauman, savaş-soykırım, düşman-kurban ayrımını burada dile getiriyor: “Savaştaki düşmanların aksine, soykırım kurbanlarının benlikleri yoktur ve dolayısıyla eylemleriyle yargılanamayacak türde öznelerdir. Hatta bunların, suçlu ve günahkâr olma anlamında bile benlikleri yoktur. Tek ve yeterli suçları, suçlu veya devasız bir hastalığı olan hasta olarak tanımlanmış bir kategoriye sınıflandırılmış olmalarıdır. Son tahlilde suçlanmakla suçludurlar.”[2] Bu durum da, kurban kategorisine yerleştirilenle kurulan ilişkinin, düşman olarak sınıflandırılanınkinden farklı olarak monolojik olduğunu gösteriyor. Bu açıdan, “bu güçlü monolojik karakteri, tüm diyalogların bu kararlı şekilde önlenişi, ilişkilerin bu önceden hazırlanmış asimetrisi, hem yazarlık hem de oyunculuğun bu tek taraflılığı,” Bauman’a göre “tüm soykırımların en belirleyici kurucu özelliği.” Zira, “eğer ilişkisinin yapısının şu ya da bu şekilde monolojik olması engellenirse, soykırımın bırakın gerçekleştirilmesini, tasavvur edilmesi bile mümkün olmuyor.”[3]

 

Özetle, ötekiyle kurulan ilişkinin “asimetrisi”, soykırıma giden yolun ilk adımı oluyor. Her ne kadar Bauman mezkûr metinde, bu bahse girmese de, kendisinin tespitini geriye doğru yürüterek günlük hayattaki “nasıl” bir öteki ve kamusal alan kuramının soykırımı meşrulaştırabileceğini tespit etmek mümkün. Aslında, iletişimsel eylem ve söylem etiği gibi kuramlar üzerinden inşa ettiği kamusal alan ve öteki tasavvuruyla meşhur Jürgen Habermas’ın Filistin’deki soykırıma açık desteği böyle bir geriye doğru okumaya çok fazla ihtiyaç da bırakmıyor. Ancak buna rağmen, Habermas’ın teorisiyle pratiğinin birbiriyle çeliştiği, dolayısıyla da soykırım desteğinin kuramsal yaklaşımından hayal kırıcı bir sapma olduğu yönündeki eleştiriler de bazı okuyucuları için Habermas’ın kamusal alanından ve ötekisinden soykırıma giden, en azından gidebilecek olan yolun yeterince net olmadığına işaret ediyor. Bir sonraki yazıda, eleştirileri de göz önünde bulundurarak, bu yolu netleştirmeye çalışacağım.

 

 

 

[1] Zygmunt Bauman, “A Century of Camps?”, içinde Life in Fragments: Essays in Postmodern Morality (Blackwell Publishing, 1995), 203.

[2] A.g.e., 204.

[3] A.g.e.

Diğer Yazıları

İslamcılar Aslında Yok Mu?

İslamcılar Aslında Yok Mu?

  • 23.07.2024 / 19:30
Ayasofya ve Siyasal Ol(may)an

Ayasofya ve Siyasal Ol(may)an

  • 16.07.2024 / 18:40

Yorum Yaz