Şeriat İslam’ın Aynısı Değil Ama Gayrısı Da Değil
Türkiye’de İslamcı hareketin kendini ifade etmeye başladığı, biz varız ve ölmedik demenin yollarını aradığı yetmişli yıllarda “Şeriatçılık” bir asli kimliğin keşfi gibi görüldü. Şeriatçılık İslam’ın aynı zamanda bir hayat görüşü, bir siyaset tarzı veya devlet idaresini de gerektirdiğini keşfedenler için kendilerini en radikal anlamda ifade ettikleri bir kimlikti. Cumhuriyet dönemi boyunca demonize edilmiş böyle bir kavramla kimliğini ifade etmek herşeyden önce mevcut düzene karşı ciddi bir muhalefet duygusunun ifadesiydi. Bir cesaret göstergesiydi aynı zamanda. Elli-altmış yıllık bir bastırıcı iktidar ve söyleme karşı bir uyanış, bir diriliş arzusunu da gösteriyordu. Şeriatçı olmak, laik nizamın dini sadece Allah ile kul arasında sıkıştırdığı yerden ibaret görmemek, onu bir hayat görüşü, bir devlet nizamı olarak da benimsemek anlamına geliyordu. Necdet Subaşı’nın ifadesiyle bir yer bildirimi, bir tavır, bir duruştu. Zamanla Şeriat kavramının teolojik tartışmaları kimliğin başka vesilelerine başka alanlar açtıkça belki kavrama atfedilen vurgularda da bir hafifleme meydana gelmiş olabilir. Şeriat belki İslam’ın aynısı değildir, ama gayrısı da değildir. İslam’ın Şeriatınının bir yol olduğu ve zamanla, Müslümanların o yolda yürüdükleri sürece değişebiliyor olmasının birileri için Şeriat’ın büyüsünü bozucu bir etki yapmış olması gibi garip bir durum ortaya çıktı. Bugün ilahiyatçılar arasında bile Şeriat’ı İslam’dan ayrıştıran, onu vazgeçilebilir, ilk yangında feda edilebilir bir yere koyanlar onun bu değişkenliğine atıf yapabiliyorlar. Oysa Şeriat adı üzerinde, bir yol olarak yolun bütün sürprizlerine de açık bir değişkenliği de haiz ve bütün bunlar da Şeriat’ın toplamına dahildir. Şeriat İslam’ın hayat içinde aldığı yolun adıdır, bu yolu yürümeyen, kâğıt üzerinde bu yolu tarif edemiyor işte.
Şeriatla ilgili tartışmaların en büyük sorunu tam da burada ortaya çıkıyor. Aslında basmakalıp klişelerle düşünmek, sloganlarla konuşmak, ideolojinin dar çerçevesinde kalmak sıradan insanların işidir. İşi gücü insanları manipüle etmek, kendi çıkarları doğrultusunda yönetip itaat ettirmek olan politikacılar mesajlarını düşünceleri harekete geçirerek, düşünceyi teşvik ederek ve uygulayarak iletmez. Düşüncenin özgürce gelişimi ve gösterebildiği sınırlara kadar gitmesi hiçbir zaman işlerine gelmez. Düşünce ancak kendi istediği yere kadar götürüyorsa makbul, muteber ve meşrudur. Kendi istediği yere götürmeyen, kitleleri kendisine kuzu gibi itaat ettirmeyen düşünce ile işleri olmaz.
Bazen ortaya düşünce adamı rollerinin kasvetiyle çıkıp da yeterince taraftar toplayınca işi belli siyasetlerin sloganlarına, klişelerine, ideolojilerine bağlayan sofistler kitleleri uyanık siyasetçilere teba kılma vazifesini de profesyonelce yerine getirirler. Bunların arasında zaten yaptığının ne anlama geldiğini ne işe yaradığını bilmeden bu işi inanarak yapanlar da yok değil elbet. Tarihselcilik diye kastığı büyük lafların nasıl bir tarihselliğin ürünü olduğunu görememenin trajikomik durumu bile çok özgün bir şey değil. Tarih boyunca kendini sürekli tekrarlayan sıradan bir gaflet ve delalet hali.
Şeriat tartışmaları Türkiye’de hiçbir zaman düşünceye, bilgiye, bilgeliğe en küçük bir derinleşmeye fırsat vermeyen, sadece sloganların konuşulduğu bir alan olmuştur. Bu ülkede İslam Şeriatını lağvedenler onun yerine kendi şeriatlarını hakim kıldılar ve yaptıkları işi haklı göstermek için bütün kötülükleri yükledikleri bir Şeriat klişesi ürettiler. “Kendi şeriatlarını hakim kıldılar” ifademiz de lafın gelişi, yoksa bunların Şeriatları Hıristiyan İsviçre’den, köhne Roma’dan, oradan buradan anlamadan, bilmeden yapılmış ithal ikamesi bir yamamadan ibaret. Müslüman Türk’ün ne tarihine ne örfüne ne sosyolojisine uymayan bir Şeriat uydurdular ve yüz yıldır bu şeriatla yönetiyorlar bu ülkeyi. Bu şeriat, bugünlerde Vahdettin İnce’nin tezkire.net’teki nitelemesiyle Batı Bedevîyeti’nin daha büyük şeriatının bu ülkeye uyarlanmış halinden başka bir şey değil.
Bugünlerde İslam Şeriatına sanki başımıza din adına veya bütün siyasi süreçler adına gelen bütün musibetlerin sebebiymiş gibi atıp tutanların başında ilahiyatçıların gelmesi tabi işi daha çok karıştırıyor. Zaten ilahiyatçıların devreye sokulması tam da işleri daha çok karıştırmak için. Bunların bizzat kendi kuşkuları, kendi kanaatleri ile konuştuklarını elbette düşünmek mümkün değil. Bu insanların taammüden gözden kaçırdıkları veya bizzat kendilerinin de (bilmeden veya gafletleri dolayısıyla) gözünden kaçan en temel gerçek en az yüz yıldır bu ülkede İslam Şeriatından bir eser olmadığıdır. İslam Şeriatı yüz yıl önce külliyen lağvedildi ve o gün bugün Şeriat yürünmeyen bir yol olarak, sadece kitaplarda duruyor. Yürünmeyen Şeriat olmaz.
Şeriat-İslam özdeşliği elbette birkaç izahat yapmadan kurulamayacak bir şeydir. Şeriat İslam’ın bir vasfı, bir özelliğidir. Şeriatsız İslam olmaz. Tıpkı şeriatsız Yahudilik, şeriatsız Hıristiyanlık, şeriatsız herhangi bir din veya siyasal ideoloji olamayacağı gibi. Nitekim şeriatsız Kemalizm de olmuyor ve yüzyıldır bu ülkede geçerli olan bir Kemalist şeriat vardır. Bu Şeriat ise sadece Türkiye’de değil bütün İslam dünyasında I. Dünya Savaşından sonra geçerli olan Şeriattır. İsterseniz adına Batı Bedevîyeti şeriatı da diyebilirsiniz. Bu bedevîyet Osmanlı’nın I. Dünya Savaşında Batı ile olan savaşında yenik düşmesiyle birlikte İslam’ın Şeriatını lağvedip yerine geçti. Bugün İslam dünyası öyle veya böyle Batı Bedeviyetinin şeriatıyla yönetiliyor. Kimsenin yaşadığı hiçbir olumsuzluğun sebebini İslam Şeriatı’na yüklemeye hakkı yok. Bunu yapanlar ancak emperyalistler adına geçerli olan bir şeriatı güçlendirmek, onu haklılaştırmak, onu sürdürebilmek adına yapıyorlar.
Bugün Batılı şeriatın bizi getirdiği hal ortada. Her türlü sapkınlık, sömürü, soykırımlar, vahşetler, katliamlar, ırkçılık. Geçtiğimiz yüzyılın başında yaşattığı iki büyük savaşta Dünya tarihindeki bütün savaşların toplamından daha fazla insanın en vahşi en barbar şekilde katledilmesine yol açtı. Bizdeki şeriatın sadece bir şubesi olduğu Batı Bedeviyetinin şeriatının sicilinde kaç milletin soykırıma tabi tutulması, kaç medeniyetin tarihe gömülmesi var? Bu yetmiyormuş gibi tarihe gömülmüş medeniyetlerin bir daha canlanıp ayağa kalkmaması için bir de tarih ve bilgi katliamına devam ediyor: oryantalizmiyle, tarihyazımıyla, bilimiyle, demokrasi, insan hakları, kalkınma ve modernizm söylemleriyle. Tabi bütün bunlarda kendisine en elverişli hizmetkar yerli ajanlarıyla da.
Bir yasa olarak İslam Şeriatı’nın geçerlilik ve varoluş şartının bir siyasal beden, güç ve iktidar olduğunu bilmeyene ilahiyatçı mı denir, siyasetbilimci mi denir, sosyolog mu denir? Bugün İslam Şeriatını anayasalarına referans olarak yazmış olan ve temel misyonları aslında her türlü İslami oluşumu boğmak olan bazı ülkeler kafa karıştırıyor olabilir. “Bakın işte Şeriatla yönetilen ülkelerin haline” denilerek katledilmiş Şeriata karşı işlenmiş cinayeti haklılaştırmak için bu ülkeler emsal vazifesi görüyorlar. O ülkelerin yönetim elitlerinin de bizatihi batı bedevîyetinin işbirlikçi yağmacıları olduklarını anlamak çok mu zor?
Müslümanlar kendi aralarında anlaşamıyormuş da, Şeriat konusunda bir sürü ihtilaf varmış da, zaten bir sürü mezhep varmış da, bütün bunlar Şeriat’ın artık geçerli olmadığını anlatıyormuş da? Kimin külahına anlatılıyor bütün bunlar? İhtilaf olmayan beşer toplumu mu olur? Üzerinde tartışma olmayan hangi düstur, hangi yasa olmuş? Şeriat lağvedildi de yerine ikame edilen bugünün modern şeriatları her türlü ihtilaftan, tartışmadan, yolsuzluktan masum, mükemmel, uzlaşılmış yasalar mıdır? Ya İslam Şeriatı’nı mümkün kılan İslami Siyasi otoritenin varlığı halinde ihtilafların da, farklılaşmaların da, içtihatların da Şeriat’ın toplamına dahil olduğunu görmezler mi? Yasaları, bilgileri ihtilaflardan bir nebze kurtarıp bir konsensus oluşturanın siyasi otorite ve iktidar olduğunu anlamayan, bunu idrak etmeyen zır cahillerin ortalığa ilahiyatçı, felsefeci, sosyolog diye doluşması aslında birileri için bazı çanların çaldığının da işareti.
Ne kadar tellalları varsa işe koşmuşlar, yüzyıldır insanlığa yalan, dolan, yolsuzluk, bela ve musibetten başka bir şey getirmeyen şeriatlarını telaş içinde korumaya çalışıyorlar.
Kendi berbat ettikleri, yaşanamaz hale getirdikleri dünyanın bütün sorumluluğunu oldu bittiye getirip İslam Şeriatına yüklemeye çalışıyorlar. Sanki yüz yıldır İslam Şeriatı yönetmiş de, çağa ayak uyduramamış da, zamanı okuyamamış da tarihin gerisinde kalmış da, bilimle, akılla, gelişen sosyolojiyle bağdaşmayan bir sürü yanı varmış da şimdi onu masaya yatırıp bir güzel reforme ettirseler bütün sorunlar çözülecekmiş gibi.
Bir yerinden bakarsanız ahmakça, bir başka yerinden bakarsanız sincice, kurnazca, bir başka yerinden bakarsanız haince.
Ahmaklara ve hainlere değil ama işin aslını bilmek isteyenlere şu basit gerçeği hatırlatalım. İslam Şeriatı çağa ayak uyduramadığı için devre dışı kalmış değil, İslam dünyası Batı Bedeviyetine 106 yıl önce mağlup olduğu için devre dışı kalmıştır. O gün bugün o Şeriat uygulanmadığı gibi onun bu çağ için gerektirdiği içtihatlar da yapılamıyor. O gün bugün yaşanan hiçbir olumsuzluğun fiilen hiçbir geçerliliği olmayan İslam Şeriatıyla hiçbir ilgisi yok. Zaten uygulanamayan bir Şeriat adına içtihat yapmanın da hiçbir münasebeti yoktur, olamaz. Kendi berbat ettikleri, barbarca, yamyamca sömürdükleri dünyada arada bir İslam Şeriatını hatırlayıp ona kahretmenin belki kendi şeriatları içinde ritüel bir anlamı vardır. Ama onların bu iflas etmiş dünyasını bu saatten sonra hiçbir ritüel kurtaramaz.