Şeriat Düşmanlığı Ruh Sağlığı Bozuk Olanların Sapması Mı Yoksa Kurumsal Bir Yönlendirme Midir?
İbn Haldun, “Bedevîler, bir binayı gördükleri zaman, akıllarına, duvarındaki taşları söküp çölde ateş yaktıkları ocakları için, çatısındaki ahşapları da çadırlarına direk yapmak için götürmekten başka bir şey gelmez” diyor. İbn Haldun, bu gözlemi zamanının bedevîleri üzerinde yaptığı için, onları öne çıkarmış, ama aynı tavrı farklı biçimlerde de olsa sergileyen, moderninden post modernine kadar başka bedevîler de var. Tabi, aydınlarımız, her konuda olduğu gibi burada bilinenden hareketle bilinmeyeni ortaya çıkarma becerisini sergileyemedikleri için, bu örneği Arapları ve Berberîleri aşağılamak için kullanmayı yeğliyorlar. Oysa yeryüzünde etkin olmaya başladığı günden bu yana sergilediği bütün tutumlarını dikkate aldığımız zaman, Batı medeniyetinin tam bir bedevîlik olduğunu söyleyebiliriz. “Yumurtasını pişirmek için bütün bir dünyayı ateşe veren” bir uygarlıktır batı. İbn Haldun’un sözünü ettiği Bedevîler, en azından bir kere saldırır, umrandan işlerine geleni (ocak taşı ve çadır direği gibi kullanabilecekleri eşyaları) alır ve umranın tekrar neşvünema bulmasına fırsat verirlerdi. Modern- post modern batı bedevîliği ise bir medeniyeti, bir umranı yıktıktan sonra, onun bir daha belini doğrultmaması, dolayısıyla yıkımın kalıcılık kazanması ve hatta mensupları tarafından evrensel bir hakikatmiş gibi içselleştirilmesi için yıkıma odaklanmış bir eğitim sistemini bırakıp gidiyor. Aradaki fark budur. İbn Haldun’un bedevîlerinin yıktığını yapmak mümkün iken, batı bedevîliğinin yıktığını yeniden yapmanın imkanı yoktur.
Bunu ülkemizden biliyoruz. Batının bedevîyetinin önce fikir istilası, sonra askeri galibiyet ve ardından sistem dayatma olarak bize değdiği günden beri, bu kalıcı yıkımın enkazı altında nefes almaya çalışıyoruz, varlık mücadelesi veriyoruz. Ve bir türlü belimizi doğrultamıyoruz. Çünkü gerçekleştirdikleri yıkımın kalıcı olması ve ardından bizim bizzat kendi ellerimizle yıkımın sürdürücüsü olmamız için bir eğitim sistemi armağan etmişler bize. Hem de sabah akşam ne mutlu bize dedirterek.
Rahmetli dedem, Rus işgalini, Ermenilerle çatışmaları, Cumhuriyetin kuruluşunu, sonra Adnan (o Evdile diyordu) Menderes iktidarını görmüş büyük bir birikim ve tecrübe sahibiydi. Bir gün ilkokul dört veya beşinci sınıfta, öğretmenimiz hilafetin kaldırılışını anlatmıştı, büyük bir devrim olarak. Büyük bir coşkuyla o günün akşamında dedeme koştuğumu ve hilafetin nasıl kaldırıldığını ballandıra ballandıra anlatmıştım. Dedemin istikamet çizen o günkü sözünü hayatım boyunca düstur edindim: “Ew çi bejin, berevajiya wê rast e” (Onlar ne söylerse tersi doğrudur). Bu eğitim sisteminin batı bedevîyetini kalıcılaştırma aygıtı olduğunu elbette o günkü aklımla bilemezdim. Dedem de muhtemelen bilmezdi. Ama o, engin tecrübesiyle bunun, bizim sosyolojik tabiatımızın tersine akan yıkıcı bir süreç olduğunu anlıyordu. Ben de dedemin istikamet tayin edici tavsiyesinin etkisiyle belli başlı hususlarda söylenenlerin tersinin doğru olduğunu sezinliyordum. Sonraki yıllarda bütünsel bir bilince kavuşunca da bunun hakikatin ta kendisi olduğunu anladım zaten. Batı, varoluşunu bizim yok oluşumuz üzerine bina etmiş ve biz yok oldukça onun varlığı gürbüzleşiyor.
Mesela Ortaokulda, 19 Mayıs törenlerinde, elleri zincirle bağlanmış çarşaflı bir kadının sahneye çıkarılıp özgürlüğüne (!) kavuşturulması müsameresini bu yüzden içim burkularak, yüzüm buruşarak izlemiştim.
O yüzden resmi eğitim sisteminin karşı olduğu, yıkmaya çalıştığı, şeytanlaştırdığı aşireti, kabileyi, milleti, şeriatı hep sevdim.
Belliydi ki, eğitim sistemi, batının gerçekleştirdiği yıkımı canı pahasına korumak ve bu çerçevede yeni yıkımlar gerçekleştirmek üzere işliyordu. Dedemde gözlemlediğim bu karşı duruşun, Anadolu’nun her tarafında gerçekleştirildiğini sonraki zamanlarda öğrenmiştim. Bu yüzden Kur’an kursları İmam-Hatip Liseleri, İlahiyat fakülteleri gibi dinî eğitim veren kurumlar açıldığı, faaliyetlerine izin verildiği zaman ülkenin dört bir tarafında büyük bir coşku yaşanmıştı. Nihayet batı bedevîyetinin yıkımını benimsetmek ve yeni yıkımlar gerçekleştirmek üzere oluşturulmuş eğitim sisteminden farklı, bizim değerlerimizi koruyan ve geliştiren, yapıcı bir alternatif eğitim sistemi hayata geçecekti.
Bir süre bu umutları diri tutacak işler oldu. Cenaze yıkayacak imamlar, bir mecliste aşır okuyacak hafızlar, hacda rehberlik edecek hocalar yetişti ve bunlar yeterli olmasa da milleti gelecek açısından umutlandırmaya yetiyordu.
Önce kıyıda köşede aykırı sesler yükseldi. Hurafe karşıtlığı gibi aklı başında bir dindarın itiraz etmeyeceği tutumlar sergilendi. Sonra mevlit, sünnet, hadis, çarşaf, sarık, şalvar karşıtlığı ve derken iş gelip Kur’an’a kadar dayandı.
Artık biliyoruz ki modern bedevîyet eğitim sistemi bölünmez bir bütündür. Bir kurumun adında İslam olması, onu modern bedeviliğin yıkıcı tavrının dışına çıkarmaz. Modern eğitimin seküler sosyal bilimleri, sosyolojimizin aşiretini, kabilesini, ağasını, şeyhini, seydasını, milletini, ümmetini, takvimini, alfabesini yıkmaya odaklandığı gibi, aynı eğitim sisteminin dini olanı da sünneti, hadisi, tekkeyi, türbeyi, medreseyi, şeriatı yıkmaya odaklıdır. Başka türlü davranış beklenemez.
Kısacası, son zamanlardaki şeriat karşıtlığı gibi tutumlar, psikolojik sorunları olan bazı tiplerin bireysel sapmaları veya ilgi görme amaçlı çıkışları değildir. Kurumsal misyonun, kuruluş amacının kalıcılaşmasının doğal bir yansımasıdır.
Meğer batı bedevîyeti, yıkım sürecini emanet ettiği eğitim sisteminin seküler veya dini olanına devam eden evlatlarımızın her birinin eline bir balta tutuşturuyormuş ve o da ilk iş olarak baltayı, kendi medeniyetinin duvarına sallıyormuş.