Seküler Aşağılamanın Paradoksu

Seküler Aşağılamanın Paradoksu

Türkiye’de hemen hemen her yaş diliminin duyduğu ibareyi ben de kendimi bulduğum yıllardan beri, yani 1980’lerin ikinci yarısından beri farklı ton ve edalarla sık sık duydum: İslamcılık ve İslamcılar ya da birtakım Kemalist ve sosyalist karşıtlarının aşağılamak için kullandığı tabirle irtica ve mürteciler. Çökmekte olan Osmanlı devletinde ortaya çıkan İslamcılık akımı hakkında da zaman zaman aynı aşağılayıcı tabirle bahsedilirdi. Hatta Mehmet Akif merhumu bile zemmeden söylemlere bu süre boyunca denk gelmek mümkündü. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Türk kamuoyunda İslamcılık olarak beliren yaklaşıma dair yapılan haberlerin, yorumların altında aynı aşağılama tonunu fark etmek mümkündü. Çizilen karikatürlerden çekilen filmlere ve anlatılan olaylara, bu olayları anlatma biçimlerine kadar oluşturulan aşağılama korolarına her fırsatta rastlamak mümkündü.

Ondokuzuncu yüzyılda gelişen ilerleme ideolojisine yaslı bu aşağılama söylemlerinin sadece İslamcılığa değil genel olarak hemen bütün dinî, daha doğrusu İslami üsluplara yönelik kullanıldığını biliyoruz. Cumhuriyet rejiminin ilk yıllarından bugüne hemen hemen bütün unsurlarının hiçbir değişime uğramadan korunduğunu bildiğimiz bu söylemlerin duruma, olaya göre ifade edilmesi de bizi şaşırtmıyor. Bu söylemlerin hiç şaşırmadan değişen durumlara ve yeni olaylara rağmen hep aynı üslupla aynı şekilde ifade edilmesinin taşıdığı ironiyi bu söylemi tekrarlayanlar fark etmese de ironi ortada: Bu söylem sahipleri atalarından bile gerideler… Hep Aynı’lar yani!

Yapılan haberlerde, çizilen karikatürlerde, çekilen filmlerde oluşturulan yobaz figürünün yenilik ve yenilikçi düşmanı olarak gösterilmesinin yanısıra fark edilebilecek bir nokta daha var ki mutlaka vurgulanmalı: Toplumsal statü ya da sınıf farkı. Müslümanlara yönelik dile getirilen aşağılayıcı söylemin en önemli saiki haksız yere edinilen statülerin korunması olarak tebellür ediyor.

Yeri gelmişken “aşağılama” olarak bildiğimiz söylemle ilgili yıllar önce yaptığımız bir çözümlemeyi tekrarlamak elzem burada: Aşağılama duygulanımında ruh aşağıladığı nesne, kişi ya da durum sebebiyle bir yarılmaya tabi olur. Bu nesnede, kişide ya da durumda değer verecek herhangi bir şey bulamaz bir türlü, ama yine de onlarda bu ruhu rahatsız eden "bir şeyler" vardır. Belki de bir yabancılık, bir tuhaflık, bir fazlalık. "Öteki" zaten hep bu yabancılığı, bu tuhaflığı, bu fazlalığı (kısaca Aynı'ya indirgenemez bir "fark"ı ve farklılığı) taşıyan değil midir? Onu değersizleştirerek kendini değerli ve yüce kılma ya da kendinde var olduğunu zannettiği bu değeri ve yüceliği koruma güdülenimine kapılır insan. Bir nesnenin, bir kişinin ya da durumun aşağılanması, sadece o nesneyi, kişiyi, durumu aşağılayanın yüceliğine, bu yüceliğin sahte bir ön kabulüne delalet etmez gerçi, aynı zamanda ona hak etmediği ve kategorik olarak hiçbir zaman da tam anlamda hak edemeyeceğini fark ettiği bir gönül rahatlığı sağlar. Ötekini aşağılama zaten bu gönül rahatlığını sürdürebilme gayretlerinin geri kazanılmış bir ürünüdür.

Aşağılama, Aynı'nın kendi ayniyetini temellük ve tasdik etmesidir. Oysa ayniyetin temellük ve tasdik edilmek zorunda kalınışı bir paradoksu taşır her zaman: fark üzerinden kendine dönen bir ayniyet kurgusu Hegel'in Kavram'ının emperyalizmini hatırlatıyor görünse de Aynı'nın ayniyetini temellük ve tasdiki diyalektik olmaktan çok diyalektik ötesi ve paradoksaldır. Aşağılamada form maddesinin üzerine göçer, yücelik ve asalet taslayan ruh ile değersiz kılınmaya çalışılan "nesne" aynı tözden olduklarını bize duyurmuşlardır- ya da töz ilişkiseldir, yani "ilişki" ruha asalet verirken "nesne"yi değersiz kılar. Aşağılama ilişkisi paradoksal olarak ilişkisizliğin yüceltilişidir. İlişkisizlik ise a priori ilişki kuramayan bir özne ve kendisiyle ilişki kurulamayacak bir nesne gerektirir. Daha farklı bir deyişle ilişkisizlik farklı türden bir ilişki kurma biçimidir. 

Öyleyse şunu soralım: Ötekini aşağılamanın sonucunda, gene ötekinin varlığı sayesinde, hak edilmemiş ve hak edilmediğinin farkına varılmış bir gönül rahatlığına gönül indirmenin kendisinde bir aşağılanma yok mudur? Aşağılayan, bu yüzden, kendini aşağılar her zaman; kendi eğreti konumunu, kendi hak etmemişliğini, kendi kötücüllüğünü, değersizliğini, kendi yabancılığını, kendi tuhaflığını, kendi fazlalık ya da eksikliğini; dahası kendi ötekiliğini, kendi ilişkis(izliğ)ini, kendi kendi(sizliği)ni. Değer veremeyişte deneyimlenen böyle bir "kendini değersiz bulma" duygusu yok mudur?

Bu ülkede Müslümanları ötekileştiren anlayışların varıp varacağı noktanın farklı olması da beklenemez doğrusu. Yolsuzluk ithamıyla tutuklanmış bir belediye başkanını desteklemek amacıyla toplanmış eylemcilerde benzer bir ayniyeti gözlemlemek epey sıkıcı olsa gerektir. Namaz kılınan cami önünde namaz bitene kadar davul zurna ile halay çeken, şahide kıran ya da camiye bevleden anlayışın “Biz daha çok okuyoruz” feveranının içerdiği o aşağılama duygulanımı sözkonusu Aynı’lığın güncel bir türevidir handiyse… Siyasal alana dinin karışmamasını öngören seküler laik anlayışın o belediye başkanını tutuklattığını düşündüğü rakip partiyi de dinî-tarihî değerlere saldırarak eleştirdiğini düşünmesi belli ki çok okumuşluğun getirdiği bir tutarsızlık. Ama asıl üzülmemiz gereken şey ortada: Aynı sıkıcılığın sürmesi…

Diğer Yazıları

Yorum Yaz