Popülist Aşırı Sağ Ve Türkiye'de Yükselen Irkçı Nefret: Maçka Parkı Olayı Ve Ötesi

Popülist Aşırı Sağ Ve Türkiye'de Yükselen Irkçı Nefret: Maçka Parkı Olayı Ve Ötesi

Bir parkta üzerinde ‘Yalnızca Beyazlar içindir’ yazılı bir bankta otururken, kendi kendime ırkçılığa karşı olduğumu anımsatmanın faydası yoktur... İdeoloji deyim yerindeyse, kafamda değil oturduğum banktadır.” Terry Eagleton / İdeoloji

 

Maçka Parkı'nda bir grup genç, Nazi bayrağı açarak bunu sosyal medyada paylaştılar. “Öyle korktuğumuz falan yok! 30 Ağustos günü Maçka Parkı'nda herkesin gözünün önünde açtık bayrağımızı gel durdurabilirsen durdur” notuyla paylaşılan fotoğraf, özellikle sosyal medyada geniş yer buldu.

Maçka Parkı’ndaki eylem öyle bir eylemdi ki, ari ırkın yüceliği üzerine inşa edilmiş hiçbir teoriye, kitaba, broşüre dahi hatır için bile olsa iliştirmenin mümkünatı yoktu. Tayt benzeri bir üniforma giymiş, burunlarına kadar olan yeri kapatacak kadar iskelet maskesi takmış gençlerin, siyah saçları ve maskenin kapatamadığı yerden görünen kara kavruk tenleri, kısa boyları ile Türkiye’de Aryan ırkının ilk temsilcileri olarak tarih sahnesine nev zuhur etmeleri olsa olsa çirkin ördek yavrusu sendromu ile izah edilebilirdi.

Gerçekten de kendilerince bir cesaret gerektiren bu eylem, hiç de öyle ne gençlerin ne de halkın korkmasına yol açacak bir sebep barındırıyordu. Avrupa’nın herhangi bir yerinde olsa belki ama Maçka Parkı ve gamalı haç pankartı; ortadakinin boynundan zincirle sarkıtılmış bir haç ve onun hemen sağında yer alanın göğsüne yazılı 100. yıl Atatürk imzalı ay yıldızlı amblem, yani mekân ve ideoloji ilişkisinin ortaya çıkardığı bu ironi, bu garabet terkip en fazla bir parodi sahnesinde kıymet bulabilirdi. Fakat gel gör ki, bu ve benzeri görüntülerin sadece bir komedi olarak kalmasına ve gülüp geçilmesine müsaade edilmeyen konjonktürel bir durumu var Türkiye’nin. Ne yazık ki, şu sıralar bu ideolojiyle ilişkili çok sayıda çoluk çocuk ortada dolanmakta ve bunların toplamı, siyasilerin iştahını kabartacak şekilde popülist aşırı sağın yükselmesine zemin hazırlamaktadır.

Üçüncü dalga aşırı sağ ile ilgili çalışmalar yapan (C. Mudde, P. Ignazi, A. Zaslove, P. Jackson gibi) teorisyenler, Avrupa’da 1980’lerde ortaya çıkan ve 1990’larda yükselişe geçen üçüncü dalga aşırı sağ partiler ile klasik, yani İkinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında varlık gösteren faşist ve Nazi hareketlerinden ve partilerinden ayrı olduklarını ifade ederler. Onlara göre, günümüz popülist aşırı sağ partiler faşist veya neo-Nazi ideolojilere doğrudan bağlı değildirler. Neo-Nazi partiler, biyolojik ırk üstünlüğüne inanır ve bu ideoloji doğrultusunda öjenist politikalar geliştirirler. Oysa post-endüstriyel, ekonomik ve sosyal koşullara tepki olarak ortaya çıkmış aşırı sağ partiler, biyolojik ırkçılık kavramlarını terk ederek daha çok kültüre odaklanırlar. Irksal üstünlük veya ırksal dejenerasyon yerine kültürel dejenerasyonu merkeze alırlar. Bu kültürel dejenerasyonun propaganda malzemesi ise istisnasız göçmen nefretidir. Ama o da bütün göçmenleri değil, Avrupa’da beyaz ve Hristiyan olmayanlara yönelen nefret, ilginç bir şekilde Türkiye’de benzer şekilde Müslüman olanlara yöneliktir. Kültürel simgelere yönelik düşmanlıkta da durum bundan pek farklı değildir.

Klasik faşist ve neo-Nazi partilerle aşırı sağ partiler arasında ideolojik farklılıklar olabilir. Bu farklılıkların çoğu da aslında Hitler örneğinde olduğu gibi bozuk sicilden kaynaklanmaktadır. Başka bir ifadeyle öjenist ideoloji ve politikalarla sistem partisi olarak kalıp popülist politikalar yapmanın imkansızlığından kaynaklanmaktadır. Yoksa aralarında pek bir fark yok. Popülist aşırı sağ veya klasik faşist ideolojiler, sonuçları itibariyle aynı yıkıcı ve hatta kahredici etkiye sahiptir. O yüzden popülist aşırı sağcılar "Biz ırkçı, kafatasçı falan filan değiliz," der ama alt gruplara, faşist örgütlenmelere ve şiddet içeren eylemlere tezgah altından sıklıkla sahip çıkarlar.

Gerek ideolojik köken tartışmaları gerekse popülist aşırı sağın Türkiye’deki yansımaları ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, bu bağlamda birkaç söz söylemek gerekirse; ortalıkta dolanan bu tepkiselliği alelacele siyasi bir çatı ile kapaklamaya çalışan açgözlü siyasetçi güruhun varlığı dikkat çekmektedir. Bu örgütsüz kitlenin üzerine, tam da popülizmi besleyen noktada, mal bulmuş mağribi gibi bir parti tabelası geçirmek suretiyle siyasi bir ranta dönüştürülmektedir. Göçmen sorunu karşısında, Avrupa'daki aşırı sağ söylemler birebir kopyalanarak tepkilerin manipüle edilmesi suretiyle politika üretilmektedir. Bu politikaların başarılı olmadığını söylemek mümkün değil, fakat bazen de ellerine yüzlerine bulaştırmaktadırlar. Maçka Parkı'ndaki garabet eylem de bu türden kopyalanmış politikaların biraz aceleye getirilmiş kötü bir prodüksiyonuydu.

Bu süreçte, Türkiye’de de bu dağınık kitlenin iştah kabartan oylarına talip, Avrupa’daki popülist aşırı sağa benzer birkaç parti kuruldu. Halihazırda bunların arasında tutunabileni Zafer Partisi oldu. Partinin tüm politikalarının merkezinde ise tek bir şey, günah keçisi olarak gösterilen mülteciler yer almaktadır. Zafer Partisi ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı Aslan Yaman 04  Aralık 2022’de Afyon’da gerçekleştirilen ekonomi çalıştayında; “Biz Zafer Partililere: ‘Sizin sığınmacı politikanızdan başka bir şey yok mu?’ diyenlere hep: ‘Elbette var, olmaz mı. Biz Türk devletini Türk milletine vermeye gelen, içi devlet terbiyesi almış yüzlerce insanın projesi ile dolu bir partiyiz, ama vücudumuzda bizim bütün organlarımızı tehdit eden ve yiyip bitiren 3. evre bir kanser tümörü sığınmacılar var,” Yaman, tek söylemlerinin mülteciler olmadığını söylerken bile aslında mültecileri üçüncü evre kanser tümörüne benzeterek tek bir şey söylemiş oluyordu. Parti programında var olan yüzlerce proje dediği eğitim, ekonomi, çevre sorunları, işsizlik, sağlık, altyapı, eğitim, dış işleri, iç işleri, ithalat-ihracat velhasıl her ne varsa bir şekilde dönüp dolaşıp kanser hücresi dediği mülteci sorununa indirgeniyor. Başka bir ifadeyle yüz projenin 99’u değil, yüzü de mülteciler kanser hücresidir cümlesinin farklı versiyonlarını ihtiva ediyor.

Ve Ötesi: Irkçı Nefretin Toplumsal Yansımaları

Irkçılık, daha doğrusu modern zamanlara özgü sistematik ve örgütlü cinsinden olanı, insanları toplu olarak yaftalamanın, cezalandırmanın, dışlamanın, imha etmenin ikna zeminini oluşturur. İnsanları önce insan olmaktan çıkarıp, söyleme uygun bir şekilde hamamböceği, kanser hücresi veya artık retoriğe bağlı olarak aşağı bir seviyeye indirgeme gayreti içerir. Ruanda’da biri diğerini hamamböceği olarak nitelendirip öyle katletti. İsrail, “3 yaşından itibaren Filistinli herkes radikal teröristtir, onlar insan değil hayvandır” diyerek yaptı bunu. Bu nitelendirmelerin sayısı, katliamlar sayısınca uzatılabilir. Bu süreçte ne ırkçı nefrete yönelen insan insan olarak kalır, ne de nefretin nesnesine dönüştürülen insan... Aksi takdirde, bir çocuğa ki, o artık bir çocuk değil, bir terörist ya da bir hamamböceğidir; onca zulüm başka türlü nasıl reva görülebilir ve ırkçılık haricinde ne türden bir ideoloji bunu meşru gösterebilir?

Nefret dilinin körüklenmesi ve örgütlenmesiyle mültecilere yönelik şiddet her gün daha fazla artmakta ve arttıkça da sıradanlaşmaktadır. Birkaç ay önce, yerel seçimler öncesinde seçim çalışmaları sırasında bir adayın çocukları tehdit etmesine tanık olunmuştu. Daha öncesinde de kadın, yaşlı, çoluk çocuk demeden mülteci bir aile otobüsten atılmıştı. Dün, daha net bir ifadeyle 22 Mayıs 2024'te, sosyal medyada bir çocuğun "mülteci yüreğine" yönelen zalim bir şiddet eylemi daha yaşandı. Kim bilir, basına veya sosyal medyaya yansımayan daha kaç olay yaşandı? Son dönemlerdeki bu vahşi olaylar, mültecilere karşı duyulan nefretin en acımasız örneklerinden biriydi. Bu yazının konusu da bu hadiseydi aslında.

Metroda bir anne ve biri yedi-sekiz diğeri dokuz-on yaşlarında olan iki oğlu, hakaretlerle kapı dışarı edildiler. Bebek arabaları da başlarına çalınırcasına kapı aralığından arkalarından fırlatıldı. “Ülkesini, vatanını bırakıp da istenmediği yere kaçan şerefsiz” diyordu bir ses… “Bu çocukları da alın ve gidin,” diyordu arkadan bir başka ses. Çat pat Arapça aksanıyla konuşan mülteci kadın ise “Siz Müslüman değil misiniz?” diyordu. Annesinin ellerine yapışmış ve annesine yalvaran bakışlarla bakan yedi-sekiz yaşlarındaki çocuk, bunun sıradan bir kavga olmadığını, daha önce çok kez acısını yaşadığı bir nefret olduğunu anlatan bakışlarla “Bırak artık,” dercesine çekiştiriyordu annesini.

Ey çocuk! Gözlerinde mi taşıyorsun mülteciliğin anlamını? Bu kaçıncı kavga, sana ne zaman ve kaçıncı kavgada öğrettiler sahipsizliği, ilticayı? Çocuk, mülteci bir yüreğin boyun eğmesi, direnmemesi gerektiğini ne zaman, kaç yaşındayken öğrendin de annene, "Sen daha öğrenemedin mi, sus ve sen de boyun eğ," dercesine bakıyorsun?

Oysa Müslümanlara sığınmıştı anne! Bu yüzden “Siz Müslüman değil misiniz?” diyordu. Bu itikada bir davet değil, Müslüman adaletine bir davetti. Tam da Müslümanların toplumsal boyutta "şeriat isteriz" dediği; bireysel olarak "madem öyle hadi şeriata gidelim" dediği türden bir davetti. Yani uzun uzadıya anlatmaya gerek yok, diyordu. Bir sorun varsa bu sorun karşısında Müslümana yakışır bir çözüme davet, İslam’ın gerektirdiği şekilde Allah’tan korkmaya, adil olmaya açık bir davet vardı ortada. Neye mal olacaksa olsun, Allah için adil sınırlar içinde olmaktan daha güzel, daha erdemli ne var!

Önemli olmakla birlikte, ırkçılığa sadece zihinsel olarak karşı olmak yetmez. Irkçılık gücünü sadece ve hatta neredeyse hiç ideolojinin ikna etme potansiyelinden almamakta, şiddet eylemi, nefret dili, ayrımcı gündelik pratiklerden almaktadır. Eagleton’ın da ifade ettiği gibi, ideolojiler sadece düşünsel yapılardan ibaret değildir. “Bir parkta ‘Yalnızca Beyazlar içindir’ yazılı bir bank”, ırkçı bir ideolojinin fiziksel bir yansımasıdır. Haliyle, ırkçı ideolojiler toplumsal dünyada günlük yaşamı da biçimlendirerek somut bir şekilde varlıklarını sürdürürler. Irkçılığa karşı olmak, bu tür fiziksel ve toplumsal yapılarla ve pratiklerle de mücadele etmeyi gerektirir.

Koca koca politikacılar işaret parmaklarını çocukların gözlerinin içine sokarcasına "Hepsini göndereceğiz" dediklerinde, "Evet, başkanım, hepsini gönderelim" diyen arkadaki koronun, "Kusura bakmasınlar, süreceğiz hepsini" dediğinde, "Evet, başkanım, sür gitsin" diyen o koronun, yarın "Öldüreceğiz" dese, "Öldür gitsin, başkanım" diyeceklerin, "Sularını keselim" deyince "Keselim, başkanım", "Dükkanlarını kapatalım" deyince "Kapatalım, başkanım" diyerek alkış tutanların kendileri neyle ikna oldular ve kimi neyle ikna ediyorlar ki, bu yaptıklarınız çok çirkindir demekle yetinilsin? Tekrar etmek pahasına, sadece kınamakla olmaz; her kim olursa olsun nefret suçlarını işleyenlerin tek tek yargıda hesap vermesi gerekir ki, adalet nedir bilinsin!

 

 

Diğer Yazıları

DON'T LOOK GAZA!

DON'T LOOK GAZA!

  • 12.05.2024 / 14:53

Yorum Yaz