Peki Kültürel iktidar Kimde ?
Küresel Kültür İktidarı Karşısında Bizim Kültürel İktidarımız
Türkiye’de kültürel iktidarın temelleri tıpkı dünyanın başka yerlerinde de olduğu gibi önce Batı daha sonra da küresel kültür tarafından belirleniyor. Kabaca bakıldığında Batı olarak tezahür eden bu kültürel iktidar farklı şekillerde tanımlanabilir. Merhum Teoman Duralı bu kültürel iktidarı İngiliz Yahudi Medeniyeti olarak tavsif etmişti. Günümüzde Küreselleşmecilerin iktidarından da söz ediliyor. Kültürel iktidarın dışa vurumu olarak ortaya çıkan üretim merkezleri, daha doğrusu bu üretimin ana vatanı önem arz ediyor. Söz gelimi dünyanın en büyük küresel şirketlerinin başında gelen Apple her ne kadar üretimini ucuz iş gücünün olduğu Çin gibi ülkelerde yapıyorsa da bu durum üretim merkezlerine kültürel bir iktidar kazandırmıyor. Çin, Bangladeş, Honduras, Nikaragua, Sri Lanka sadece ucuz iş gücü cennetleri olmanın ötesinde dünya sistemi nezdinde bir yere sahip değiller. Önemli olan Know How denilen teknik bilginin nerede tasarlanmış olduğudur. Zira Iphone’ların kutusunda da bu gerçeğin yazılmış olduğunu görürsünüz: “Designed by Apple in California, Assembled in China.” Üretim merkezi olarak Çin ifade edilse de o markanın ABD California’da dizayn edildiğini yazmayı da ihmal etmiyorlar.
Küresel markalar için tüm dünya bir vatandır. Egemenliklerine halel getirmediği müddetçe her yer onlarındır. Bu bakımdan küresel markaların dünyanın her yerinde hazır ve nazır olmalarından sadece bu markaların tüketicisi konumunda olan Batı-dışı toplumlar değil, Batının metropol ülkeleri bile rahatsızlık duyabilir. Nitekim ABD başkanı olmaya namzet Donald Trump bu küresel markaların birçoğunun ABD kökenli olmasına rağmen rahatsızlığını gizlemeyerek Amerika’yı tekrar büyük yapma sloganı ile yeniden başkan seçilmek için mücadele vermeye devam ediyor.
Dünya üzerinde var olan küresel iktidardan rahatsız olanların bazıları da bu iktidarın en azından ikinci dünya savaşından sonra Amerika Birleşik Devletleri eksenli oluşmasından hoşnut değiller. Özellikle kendi kültürel değerlerine son derece yüksek paya biçmekle tanıdığımız Fransızlar ABD’nin her alanda olan bu üstünlüğünden çok rahatsızlar. Aristokratik bir tarih, incelmiş bir sanat ve kültüre sahip Fransızların aslında dünya kültür endüstrisinde hatırı sayılır bir iktidarları olmasına, birçok küresel marka ile dünya pazarlarını doldurmalarına rağmen yine de ABD karşısında bulundukları pozisyondan memnun gözükmemektedirler. Ülkelerinin dünya mutfakları arasında en zirve bir noktaya sahip olmalarına rağmen Fransızlar, Paris’in, Lyon’un McDonald’s restoranları ile dolup taşmasını bir türlü kabul edemezler. Hadi bu restoran işini bu kadar büyütmeye gerek yok, başka alanlarda da “biz iyiyiz” diyemiyorlar. Mollier, Balzac, Stendhal,Flaubert, Hugo gibi dünya edebiyatında dev katkılar vermiş bir edebiyat, büyük besteciler yetiştirmiş, tiyatroda, resimde büyük sanatçılar çıkarmış bir kültür nasıl olup da Hollywood karşısında iflas edebilmiştir. Nasıl olmuş da müzik denildiğinde neredeyse sadece İngilizce müzik dünya popüler kültürünü domine edebilmektedir. İkinci dünya savaşının kaybedeni Almanya birçok küresel marka ile Almanya’yı yükseltmeye devam etmektedir. Dünyanın en itibarlı otomobil markaları, en önemli teknolojik ürünleri Alman yapımıdır. Ama bu tekno üstünlük de Almanya’ya kültürel iktidar getirmiyor. Neticede Almanya da ikinci savaş sonrasında ABD tarafından denetim altında tutulan bir ülke konumundadır. Batı karşısında Doğunun tek meydan okuyan ülkesi olan Japonya ise İkinci savaş sonrasında dünya sisteminin kendisine biçilen rolü iyi oynayarak iyi kötü bir tekno-uygarlık kurabilmiş, Çin’in yakın zamanlarda dünya ekonomisinin ikinci büyük gücü olarak ortaya çıktığı bu yıllara kadar Japonya, ABD’nin ardından uzun süre dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olmayı başarabilmiştir. Yani iyi kötü onlar da dünyaya bir değer sunabilmişlerdir.
Bizim gibi Batı-dışı toplumların penceresinden bakmak ise insana çok daha derin kasvet ve bunaltı getirmektedir. Zira bizim ne bir Fransız yüksek kültürü ile yarışacak bir yeterliliğimiz vardır, ne de diğer Batı dünyasının metropol ülkeleri gibi dünyaya sunmuş olduğumuz bir marka, ne de bir değerimiz vardır. Son haftalarda Paris Olimpiyatlarında havalı silah atıcılığı dalında Olimpiyat gümüş madalyası kazanan Yusuf Dikeç’i saymazsak tabi (!) Bizim de içinde olduğumuz İslam uygarlığının kalıntıları olan halkı Müslüman ülkelerin ise yaşamış olduğu entelektüel ve manevi sefaleti tanımlayabilecek bir kelime bulmakta bile zorlanıyoruz. Tüm değer sistemlerinin çağdışı olarak ilan edildiği, yüzyıllardır insanlığa neredeyse hemen hiçbir katkı sun(a)mayan bu Müslüman dünyasının toplumlarının ve bireylerinin, içine düştükleri bu maddi ve manevi çöküşü aşmak için uzunca bir süreden beri, sadece öteki dünyanın ürettiklerinden kendilerine düşenleri tırtıklayarak geçindiklerini görüyoruz. Arap dünyasının körfez monarşileri gibi zengin bölgelerinde New York simülasyonları yaparak, çöllere otobanlar, sanal tekno cennetler kuranlarından, Türkiye gibi derin bir uygarlık krizi yaşarken bir türlü kendi olmaya muvaffak olamamış ülkelerine tüm İslam dünyası bu sefaletle baş etmekle meşguldür.
Dayatmacı Kültürel İktidarın Enstrümanları Olarak: Sinema ve Müzik
Açık ve net konuşmak gerekirse dünyada tek bir küresel iktidar vardır. O da Avrupa’dan neşet eden, Judeo-Christian değerler ve geleneklere dayalı , Charles Taylor’un da ifade ettiği gibi en az dört beş yüz yıldır seküler bir biçim alarak küreselleşmiş bir uygarlık ve onun iktidarıdır. Bu iktidar kendi içinde ufak rekabetlere dayansa da ortada tek bir kültürel egemenlik biçimi vardır. Zaman zaman Rusya, eskiden de Sovyetler Birliği direnç gösterse de, Avrupa ve başta Almanya, Fransa ayak diretse de bugün bu küresel kültürel iktidarın merkezi Atlantik’in ötesindedir. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra ABD’nin ele geçirmiş olduğu küresel hegemonya kültürel hegemonya ile de paralel bir seyir gösterdi. ABD elbette dünya üzerinde var olan tek süper güç olarak yer kürede istediği her noktaya müdahale etme becerisini gösterdiği, dünyanın birçok noktasına kurduğu askeri üslerle gece gündüz bu hegemonyasına halel getirecek unsurları elemine etmekle meşgul olduğu kadar, bilinç ve zihin inşası olarak ifade edebileceğimiz bir kültür endüstrisini de yapılandırmaktan geri durmamaktadır. Bunun en büyük nedeni de, bir süper gücün küresel bir aktör olarak insanların zihninde itibarı yüksek bir zeminde neşet etme zorunluluğudur. Yeryüzünde yaşayan tüm insanlığın, bu süper güce sahip küresel iktidarın insan üstü becerileri ve her şeye muktedir olduğuna, daha da önemlisi bu gücün yapıp ettiklerinin doğru ve haklı olduğuna inandırılması da çok büyük önem arz ediyor. Bu ikna ve rıza üretiminin zemini de, Amerikan istisnacılığı ile boy vermiş bu Tanrı Ülke karşısında tüm insanlığın diz çöküp Amerika’nın bizi her türlü beladan kurtarmasını beklememiz gerektiğine inandırılmakla sağlanmaktadır. Dünyaya çarpacak bir yıldızın yörüngesini değiştirmekten, iklim krizinin yol açacağı felaketlere varan bir çizgide hep onların insanlığa yapması gereken hizmetler bulunmaktadır. Manifest Destiniy ( apaçık kader) Tanrı tarafından ABD’ye biçilmiş bir kaderdir. ABD bir şeyi yapıyorsa bu onun mutlak anlamda Tanrı tarafından kendine biçilen bu rolü yerine yetirmesinden dolayıdır. Mehmet Ali Uğur hocanın çok açık bir şekilde vurguladığı gibi : “ABD’liye ve bu devlete, bu bariz kader Tanrı tarafından çizilmiştir. Bu devletin ve o kıtada kök salmasını murad eden Tanrı, bu millete de büyümesi için bir kader çizmiştir. Bu devletin kurulmasını ve o kıtada kök salmasını murad eden Tanrı, bu millete de büyümesi için bir kader çizmiştir. Genişleyen ABD aslında saldırgan değildir; Tanrının bu muradına boyun eğerek görevini ifa etmektedir”
Onun için de öncelikli olarak bu kurucu Manifest Destiniy miti üzerinden yeni MİT’lere insanları inandırmak gerekecektir. Yıllar önce ABD’de bulunduğum iki yıllık bir dönemde çocuklarım Amerikan Devlet okullarında iki yıl öğrenim görmüşlerdi. Bir gün orta üçüncü sınıfta okuyan büyük kızım Şeyma, bana Sosyal Bilgiler Dersinde Birinci Dünya Savaşının nasıl ele alındığını anlatmıştı. Amerikan eğitim sistemine göre savaş iki grup arasında gerçekleşmişti: Bad Guys and Good Guys/ Kötü adamlar ve İyi adamlar. You are either with us, or against us. ABD’nin de içinde bulunduğu bizim tabirimizle İtilaf Devletleri ve öte yanda ise Osmanlı Devletinin de içinde bulunduğu kötü adamlar, şeytan ittifakı. Kızım o gün eve geldiğinde bizim neden kötü olduğumuzu bana sorduğunda acı acı yutkunmuştum. Aslında Amerikan eğitim sisteminde kendilerince bir sorun yoktu. Ne de olsa Louis Althusser’in de ifade ettiği gibi ulus devletlerde eğitimin en önemli işlevi Devletin İdeolojik Aygıtı olarak çalışmasıdır. Amerikan Devleti de kendi resmi ideoloji ve Amerikan Miti icabı kendi okullarında dilediği gibi tarihi kurgulama hakkına sahipti. Ama egemen kültür endüstrisini de elinde tutan, küresel kültürel iktidarı da deruhte eden Amerikan gücü tüm dünyaya kendi lens ve gözlüklerinden bakmamızı da istiyor. Neredeyse seksen seneden beri tarihsel ve toplumsal olaylara Amerika’nın elinde tutmuş olduğu kültür endüstrisi kurumlarınca bakıyoruz. İkinci Dünya Savaşı mı dediniz, Er Ryan’ı Kurtaranların gözünden bakmamız gerekiyor. İzlediğimiz onlarca Vietnam savaşı konulu filmlerde gerçeğin Amerikan lens ve prizmasından yansımasını görüyoruz. Ne de olsa Amerika, mutlak iyilik ve hakikati temsil ediyordur. Her ne kadar 1986 tarihli Oliver Stone’un filmi, Müfreze (Platoon)'de “Savaşta ilk kaybedilen şey’in masumiyet” olduğu vurgulansa da durum Amerika’nın haklı olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Amerikan askeri de cephenin ağır travmaları altında kontrolünü kaybederek suçsuz insanları da öldürebilecektir. Ne de olsa “Postpartum depression (also called PPD)” yaşamaktadırlar. Bu kadarcık kusur kadı kızında da bulunur ne de olsa. Ama önemli olan büyük resimdir. Vietnam, komünistlerin egemenlik alanına girerse dünya bir cehenneme dönecektir. Beyaz perdenin gerisinden bu hakikati kabul ederiz ister istemez. Amerikan mit’ini inşa etmede yüzlerce sinema filmini saymak mümkündür. Ama sanırım Sylvester Stallone’un baş rollerinde olduğu İlk Kan ile başlayıp devam eden Rambo filmleri kadar Amerikan Mit’ine hizmet eden bu denli etkili başka yapımlar yoktur. Her sahnesi, her karesi bizi Amerika’nın gücüne ve kararlılığına ikna eder. İnşa edilen mitin temelinde, sıradan bir Amerikan komandosu John Rambo’nun Amerikan Ordusunda aldığı eğitimlerle Cyber-insan haline gelmiş olağan üstü bir üstün insana dönüşümüne tanık olur ve bu olguya ikna oluruz. Kabzasında her türlü zorunlu ilk yardım ekipmanı taşıdığı bıçağı ile koca bir orduyu mahvedebilecek bir yeteneğe sahiptir. Taş’la helikopter düşürebilir, hiçbir kurşunun kendine isabet etmesine izin vermeyen görünmez bir zırh giymiştir adeta. Bu mite seyirciler olarak bir kere inandırıldığımızda kültür endüstrisi damarlarımıza bunu ağır ağır zerk etmeye devam edecektir. Hepimiz bu filmleri zevk alarak izledik. İçimizde var olan adalet duygusunu okşadığı için, kötülere meydan okuyan iyilerin bir yerlerde olmuş olması hepimizi mutlu ediyordu ne de olsa. Daha yakınlarda Hollywood sinemasının bir başka ikonik şahsiyeti Denzel Washington’ın “The Equalizer” serisi de bu duygulara hizmet eden oldukça başarılı filmlerdi. Bu filmlerde, zorunluluklar gereği gizlenmesi gereken ve kendisine yeni bir kimlik verilen bir CIA ajanının, etrafında dönen dünyanın adaletsizliklerine isyanı ve bu adaletsizliklere karşı yaptığı müdahaleye tanık oluyoruz. O da tıpkı J. Rambo gibi üstün insan olarak karşımıza çıkarılıyor. Bu filmi izleyenler olarak sanırım bir sahne akıllarımızdan silinmiyor. Kahramanımız, Alina isimli bir Rus fahişesinin satıcıları nezdinde uğradığı kötü muameleye çok içerlemiştir. Bu kızı acaba tatlı dille, küçük bir ücret karşılığı, kendi kimliğini de afişe etmeden bu fuhuş şebekesinden kurtarabilecek midir ? Robert McCall ( Danzel Washington) , Boston kentinin kadın satıcısı Rus mafyasının karargahlarında görüşmek için yanlarına gider. Amacı tatlı dille bu zavallı kızı kurtarmaktır. Adamlar elbette bu yaşlı sayılabilecek bir zavallı Amerika’lının kızın özgürlüğü karşılığında teklif ettiği dokuz bin küsur Doları gülünç bulurlar. Bundan sonra ise olanlar olur. Kahramanımız tamamı tepeden tırnağa silahlı 7-8 kişiyi elinde hiçbir silah olmadan sadece kronometresini çalıştırdıktan 25 sn sonra sadece çıplak elini onların silahlarını kullanarak hepsini öldürür. İster inanın ister inanmayın. Masal tadında bir kurgu vardır karşımızda. Ama ben bu filmi defalarca izlediğimi itiraf etmeliyim; tıpkı İlk Kan’ı en az on kez izlediğim gibi. Çünkü Holllywood sineması insan doğasında hala varlığını korumakta olan adalet duygusunun derinden ayrımına varmıştır. Adaletsizlikler dünyasında bir şeylere inanmak istiyoruz. Amerikan kültür endüstrisi de bize ihtiyacımız olanı veriyor. Filmlerde hiçbir şey tesadüfi olarak karşımıza çıkmaz; her sahne, her imge yerli yerindedir. Her kare bir mesaj aktarır. Marshal McLuhan’ın anıtsal ifadesi ile “The Medium Is the Massage"dır. CIA ajanlarının üstün insanlar olarak lanse edilmesi de kötülükle Rusların özdeşleştirilmesi de hiç boşuna değildir. Ya da başka doğulu milletlerin Hollywood sinemasına yansıtılma biçimleri hiçbir tesadüfe yer bırakmayacak kadar kesindir.
Küresel kültürel iktidar denildiğinde ilk elde akla gelen sinema yanı sıra müzik alanında da büyük bir iktidarın yine Batı ve özelde ABD lehine olduğunu biliyoruz. Kuala Lumpur’dan Caracas’a dünyanın neresinde giderseniz gidiniz dinleyeceğiniz müzik aynıdır. Küresel müzik daha çok İngilizce olarak karşımıza çıkar. Müzik denilince sinemanın Oscar’ı olan Grammy’ler, American Music Award’lar en ön sırada gelir. Burada da Amerikan hegamonyasının açık ara önde gittiğini görürürsünüz. Jazz’dan Rap müziğine her alanda İngilizcenin hakimiyetine tanık olmaktayız.
İnternet İle Küresel Kültürel İktidarın Rızaya Dayalı Kültür İnşası
Küresel iktidarın üzerimizde kurduğu hegemonya, internet hayatımıza girene kadar çok büyük bir güce sahip değildi. Özellikle ticari TV yayıncılığının birçok ülke gibi bizde de başladığı 90’lı yıllardan sonra Devlet kanalı dışında başka özel TV’lere de tanık olduktan sonra küresel kültürel iktidarın etkilerine daha bir korunaksız hale gelmeye başladık. Ama yine de hayatımızın akışında ancak sınırlı bir etkiye sahip bir durum varlığını koruyordu. Yine de asıl zembereğin boşandığı yer internet oldu. İnternetin iki binli yıllardan sonra yaygınlaşması ile artık hiçbir kültür kendi otantik yapısını muhafaza etme imkanını bulamayacaktı. Afrika’nın ücra bölgelerinden iç Asya steplerine ve Ant dağlarının zirvesinde yaşayanlara kadar her yer aynı etkiye açık hale geldi. İnternet hiç de demokratik olmayan orantısız bir güç ile dünya toplumlarının tamamını formatlamaya, istediği gibi evirip çevirmeye başladı. Elbette internette, küreselleşmeye hakim bir görüş vardı. İsmet Özel’in daha önce medyanın gücü yoktur, gücün medyası vardır ifadesinde açıkça belirttiği üzere internet de kendi iktidarını, daha doğrusu tüm geleneksel anlayış ve kültürleri yok sayan biricik kültür olma istencini tüm kültürlere dayatmaya muvaffak olacaktı.
Özellikle akıllı telefon teknolojisi ve akıllı telefonlara entegre sosyal medya kullanımı zembereğin asıl boşaldığı ana tekabül ediyor. Bu andan itibaren tüm insanlık olarak dikizleme/gözetlenme çağında yaşamaya başladık. Sosyal medyayla birlikte Foucault’un -Bentham’dan ödünç aldığı Panoptikon kavramı ile-ortaya koyduğu gözetim toplumunda/panoptik gözetlenen ve denetlenen kolektif insanlıktan aslında her biri yine organik bir bütünlük halinde olan ama devamlı olarak birbirini dikizleyen bireylerden oluşan bir toplum modeline yönelindi. Bunun yanında dikizleme kültürü bizleri dikizlenmeyi arzulayan ve kendini bedenen ve sosyal varlığımızla dikizlenme arzusu duyan bireylere de dönüştürdü. Çağımızda Twitter, Instagram, Facebook sahibi olmak birer dikizlenme ve teşhir etme arzusunu da karşılamaktadır. Bu dijital narsisizm bizleri dijital dünyada var olmak adına neredeyse her şeyi kabul edebilecek bireyler haline getirdi. Çünkü artık sosyal medya var olmanın ölçütü haline geldi. Descartes’in ifadesiyle söylersek “sosyal medya kullanıyorum, o halde varım!”
Sosyolojinin üzerine hatırı sayılır çalışmalar yaptığı “atomize bireycilik” aslında 19. Yüzyıldan beri sürekli ensemizdeydi. İlk olarak ABD’de kendisini dışlaştıran bu bireycilik biçimi şimdi dijital dünyada hemen yanı başımızda durmaktadır. Örneğin yaşamış olduğumuz pandemi süreci belli ölçülerde komüniteryen bağların zayıflamasına da yol açtı ve bu bireyleri ister istemez sosyal medya ve Netflix gibi platformlara yönlendirdi. Netflix’in aslında olmakta olan ve yavaş yavaş sosyal hayatın içinde kendisine yer bulan yeni süreçler için bir metafor olduğunu söyleyebiliriz. Aşırı bireyleşme, sorumluluğun devri, daha sorumsuz ve bilgi kirliliği içinde hakikatle büsbütün bağı kopmuş, manayı yitirmiş, kolektif bir nihilizm durumunun ortaya çıktığına/çıkacağına dair yaygın endişenin aslında belirli ölçülerde vücut bulduğu ortadadır.
Bir var olma biçimi olarak sosyal medya içinde vuku bulan rıza inşası çok büyük öneme sahiptir. Örneğin Twitter dünyasında söylem üstünlüğü artık ne kadar haklı ve doğru argümanlar ileri sürdüğümüzle alakalı değildir. Ne kadar çok takipçiniz sizi doğruluyor ve kutsuyorsa gerçeklik ve hakikat odur. Yaygın tartışma konularından bir tanesi de cinsel yönelimle alakalıdır. Mevcut LGBTİ+ komünitesinin çizdiği kurallar dahilinde üretilen her söylem doğru, güzel, övgülere mazhar ve insan yaşamını yücelten ifadeler olarak kabul görürken, aksi fikirlerin her birisi “fobik” söylemler olarak dışlanmaktadır. Bu, şüphesiz yine kültürel hegemonya ile alakalı bir süreç, yani kendi söylemini geliştiremeyen her ideolojik tutum belli ölçülerde hegemonik bir üstün iktidarın ya da söylemin hayatına nüfuz etmesiyle karşı karşıyadır. Twitter’da kabul gören bir sosyal kimliğe sahip olmak için yine yukarıda ifade ettiğimiz saygınlık kavramıyla beraber “fobik” olmayan söylemlere başvurmamız dikte edilir. Elbette yine bu da tercih olarak servis edilmektedir. Rıza inşası sosyolojik önemini korumakla beraber psikolojik süreçleri de içeriyor. Artık sözgelimi ataerkil olmak, aile merkezli düşünmek, otantik Türk olmak, otantik Kürt olmak, otantik dindar olmak popülaritesini yitirmiştir. Hibrit ve marjinal kimlikler temsil şansı bulmaktadır.
Rıza inşasında Netflix etkisine değindiğimizde aslında Netflix’in Hollywood’un bir uzantısı, onun dijital bir eklentisi olduğunu görürüz. Kültürel hegemonyanın varlığı ve bekası neyi dikte ediyorsa ona yönelik filmler ve diziler çekilmektedir. Dünün Hollywood sineması Amerikan demokrasisi propagandası yaparken, bugün, özellikle son beş yıldır marjinal yaşam tarzlarının propagandası yapılmaktadır. Trump’ın başkanlığının son günlerinde ABD’deki kongre baskını hadisesinin de çok yakında filminin çekileceğinden kuşku yoktur. Söylem üstünlüğü burada anahtar öneme haiz bir kavramdır. Nitekim baskın söylem karşısındakini şeytanileştirir. Buradaki hill billy referansı bu nedenle önem arz ediyor. Kongre baskınını yapan kitlenin genel adıdır hill billy. Irkçı düşüncelerini onaylamamakla beraber bu kesimin genel anlamda yoksul ve geleneksel değerlere bağlı Amerikalılar olmaları eli güçlü başka lobilerin hoşuna gitmemektedir. Bu nedenle onlar hakkında çekilen filmlerin her birisinde stereotipler/önyargılar oluşturularak Amerikan demokrasisine zarar veren unsurlar olarak gösteriliyorlar/gösterilecekler. Yaygınlaştırılması gereken düşüncenin propagandasını yapmanın belki de en akıllıca ve kurnaz yolu budur. Diğer fikri övmeye gerek bile kalmadan kötüyü göstermek yetmektedir. ABD’nin en muhafazakar ve dindar eyaletlerinin başında gelen Teksas’ta eşcinsel evliliğin nihayet yasallaşmasının bu tarz bir kültürel hegemonyanın baskısı sonucu gerçekleştiği gerçeğini göz ardı edemeyiz.
Postkolonyalizmin Yeni Yüzü: Küresel Kültür
Sonuç olarak artık büyük oranda dijitalleşmiş ve dijitalleşmekte olan kuşatıcı bir panoptik dünyanın içinde yaşıyoruz. Bugün kültürel hegemonya dijital platformlar aracılığıyla hem yaygınlık kazanıyor ve kökleşiyor hem de küresel sermayede büyük bir ekonomik gücü de elinde tutarak söylem üstünlüğünü koruyor. Kültürel anlamda tercih kisvesi altında sunulan büyük bir tekelleşmenin karşısında takınacağımız tavır sorgulayıcı ve derinlemesine analiz edilmiş, anlamaya yönelik bir tavır olmalıdır. Dijitalleşmeyle birlikte yeni bir kolonyalizm çağı başlamıştır ; bu yeni kolonyalizm yarışında sömüren ve sömürülen arasındaki ilişki daha önceki yüzyıllarda vücut bulan kolonyalizmden farklıdır ; şimdi “rıza”ya dayanıyor. Öte yandan bu yeni dijital kolonyalizmin nesnesi sadece otantik kültüre sahip toplumlar, yani ötekiler değil, dünyanın Batı’sından Doğu’suna geniş bir yelpazede değerlendirebileceğimiz “muhafazakar” halk kitleleri burada otantik ötekiyi, yani kültürü, kimliği ve aidiyetleri saldırı altında olanı temsil ediyor. Mesela göçmen karşıtlığı sadece ekonomik sebeplerle açıklanamaz; dünyanın hemen her yerindeki sağ seçmen Türkiye’deki muhafazakarların endişe duyduğu konularda endişelidirler. Sağcı/muhafazakar seçmenler, eşcinselliğin toplumlarında yaygınlaşmasından, kendi dini değerlerinden ve toplumsal normlarından kopmaya başlayan genç nüfuslarından, küresel kültürel hegemonyanın onları yok edeceğinden korkuyorlar. Bunun sonucunda ortaya çıkan bu yeni kolonyalizm biçimi, bu sefer “bakınız artık bu ırkçı değerleri bir kenara bırakalım ve bizim tasarladığımız yeni dünya kültürüne teslim olalım” söylemini haklı çıkarmaya çalışıyor. Postmodern talepler elbette azınlık konumunda olanların ya da ezilenlerin hakkını korumak için önemlidir, fakat artık özellikle sosyal medyada brokoli sevmeyenlerin “brokoli fobik” ya da “brokoli yiyenleri dışlayan” bir sıfatla damgalandığı bir düzleme ulaştık. Artık her türden düşüncenin -geleneksel değerlerle örtüşen ya da örtüşmeyen- haklı, doğru ve özgürce yaşanmasına izin verilmesinin savunulduğunu görüyoruz.
Tabu olan her şeye koşulsuz şekilde, düşünmeden karşı çıkma ancak radikal bir öfkenin ürünü olabilir. Bir şeyin tabu olmasının yalnızca kısıtlanma fikriyle anlaşılamayacağı, bunun birçok durumda, özelde kişinin kendisini ve Allah tarafından ona bahşedilen haklarını, genelde ise kolektif insanlığı korumak için tabu olduğu fikrinin de gündeme getirilmesi gerekiyor. Elbette bu karşılıklı bir durumdur. Bizler bütün tarzların ve taleplerin sözüm ona eşit sayıldığı hakikat iddialarının yoksandığı postmodern perspektifte mi olacağız ? Yoksa modernist/ pozitivist paradigmanın Avrupa gerçekliklerini evrensellik adına kafamıza boca ettiği o eski günlere geri mi dönmeliyiz. Bu iki radikal tutum arasında üçüncü bir vasat yolun olduğunu, Fıtrat’a yönelme yolunun her zaman orta yerde durduğunu anlamamız gerekiyor. Zira eğer bugün kültürel değerlerimiz bazı radikal postmodern taleplerin hegemonik gücü altında eriyip gidiyorsa bunun sorumlusunu başka yerde aramak yerine kendi değerlerimizden neşet eden bir anlayışı hala üretememiş olmamızda bulmalıyız.