Neşem de Kederim de

Neşem de Kederim de

Geçenlerde, bir tren yolculuğunda, dışarıdan bakıldığında oldukça alakasız görünen bir şarkı sözü aklıma takıldı: Neşem de kederim de herşey senin elinde

Bu şarkıyla ilgili başka bir malumatım yoktu ama internetten baktım ve bunun Yeliz'in 1970'lerde söylediği bir şarkıdan bir mısra olduğunu gördüm. Bestesi Coşkun Sabah'ın sözleri Ülkü Aker'in.

Bunun birden aklıma takılmasında "alakasız" ve "tuhaf" olan çokça şey vardı. Birincisi çocukken de müzik dinleyen birisi olarak benim için Yeliz hiç bir zaman ön sıralarda olmadı.Yani TV'ye çıksa dinlerdim ama kasetini almak vb. hiç bir zaman yanından geçeceğim şeyler değildi. Bu şarkı ise ancak internetten araştırma yaparak bulabileceğim kadar bana uzaktı.

Dinlediğimde güzel bir şarkı olduğunu düşündüm ama nadir bir güzellik veya istisnai bir durum yoktu.

O zaman nasıl oldu da 50 sene sonra çıkıp gelip gündemime oturdu?

Benzer soruları rüya yorumlarken de duyabiliriz: "Niye bu sınıf arkadaşımı göreyim ki? Benim için hiç bir anlamı yoktu. Benim için ondan önce gelen en az 20 kişi vardı. Niye onlar değil de o?"

Cevabı sanıldığından basittir; bu arkadaşta öyle bir şey olmalı ki sendeki bir şeye denk düşmeli. Örneğin; bu arkadaş utangaç idiyse rüya görenin de nadir durumlarda bile olsa bir utangaçlık meselesi olmalıdır. Öyle ki kendi utangaçlığının en uygun ifadesi bu arkadaş olsun. Tabii bu denk düşen şey arkadaşın adı bile olabilir. Ama işte alakasız gibi görünen şeylerin rüyalara girmesinin bir sebebi budur.

Bunu bu şarkı sözüne getirecek olursak, şöyle bir teori oluşturacağım: İlgi göstermeden bile olsa dinlediğimiz şarkılar, gördüğümüz yerler, filmler vb. adeta ayrım yapmadan tarlalara serpilen tohumlar gibi "bize" serpilir. İlgi dışı olabilir, dikkatimiz orada olmayabilir, önem vermeyebiliriz ama yine de algılanır.

Tüm bu ilgisizlik, dikkat vermeyiş vb. onu bilinçten uzak tutar ama tohum oradadır. Ta ki bir gün toprak içerdiği mineraller, nem, sıcaklık vb. açılarından öyle uygun kompozisyona gelir ki tohum çatlayıp sürgün verir.

Bu durumda sorulması gereken şey şu; bu durumda toprağın uygunluğu neydi ki?

Bunun için bu mısraya bakmak gerekiyor, şarkının bütününe değil. Bana takıldığı kadarına. Aynen rüyadaki arkadaşla ilgili tek bir kritik ortak unsurun yetmesi gibi.

Neşem de kederim de her şey senin elinde.

Böylesine oldukça kısmî bir ifadeyi yorumlamak için geçerli tek bağlam tabii ki benim güncel durumum. Ve bende oluşan çağrışımlar.

O zaman durum daha bir açıklık kazanıyor. Buradaki kritik unsur sadece neşeden bahsedilmeyip (Örneğin "neşeli gençleriz biz" şarkısı gibi) neşeyle kederden aynı biçimde bahsedilmesi. Tam bir simetri içerisinde. İkincisi ise benim geliştirmeye çalıştığım "sen" fikriyatı. Akord halinde olduğumuz muhataba bağlı durumumuz. Tek başınayken değil muhataplık ilişkisi içinde "ben"de olup bitenler.

Neşeli, mutlu olmayı ideolojik bir şart haline getirmiş bir ortamdan payımızı aldığımızı düşünüyorum. Kazanmak neşeli olmak, kaybetmek kederli olmak gibi. Sanat adına bir sanat tarzına (arabeske) savaş açılan bir toplumda olmak... Bunun ideolojik boyutunu geçip psikolojik boyutuna gelmek istiyorum. Velev ki neşe konusunda Allah'ın lütufkar davrandığı bir kul olsak bile acaba kedere tümüyle bağışık olmak mümkün müdür? Acaba keder yaşamamak için elden gelen yapılmalımıdır? Yoksa meşru bir tecrübe olarak görülmeli ve tatsız bile olsa deneyimlenmeli, kabul edilmelimidir? Kabul etmemek bir tür inkar olmaz mı? İşte burada olanı inkar. Toprağın kompozisyonu işte bu; yaş 60'a dayandığında artık kedere de neşeye olduğu kadar kendini açmak. Ve bunun zannedileceği gibi bir acı deneyimi değil bütünleşme deneyimi olması. Adeta bir odası kullanılmayıp kilitli tutulan bir evde, söz konusu odanın açılıp, pencerenin açılıp havalandırılması gibi. Rutubet kokusu olsa bile güneşin zengin mevcudiyetinin onu gidereceğini biliyor olmak. Ve güneş ışığının getirdiği neşe, ümit; ne tuhaf paradoks. Kedere de "hoş geldin" diyebilmek.

Ajda Pekkan'ın inanılmaz kaliteli şarkısındaki gibi (o aklıma takılsa hiç yadırgamazdım) "acılar sevinçlerin, sevinçler acıların gölgesi". Bir şeyi kabul edip gölgesini kabul etmemek de ne ola ki?

Bir Japon halk şarkısında geçen devedikeni benzetmesi gibi. Devedikeni peşinden koşulan isteklerimizi temsil eder. Onu almak için elimizi uzattığımızda dikenler eimizi paralar. Ama bu haliyle de devedikeni güzeldir. Hem de daha bütünleşik bir güzellikle. Bu bütünleşme de bir herşeyin yerini bulması duygusu vardır. Tamamlanmışlığın getirdiği bir başka çeşit güzel duygu, daha sakince.. Kullanım alanı artmış bir ev gibi.

Bazen söylendiği gibi "nârı da hoş, nuru da hoş, O'ndan umut kesmek ne boş" . Nârı da kabul etme yürekliliğini gösterdiğinizde korkunun yanısıra ümidin gelmesi gibi.

Hayatın paradoksallığını kabul edebildiğimizde. Bizi İHA teknolojilerinde öncü kılan şey ambargolar ve terörün acımasızlığı değil midir? IMF'den borç almamak için gösterdiğimiz çabanın vaktiyle 70 sente muhtaç olmamızın acısıyla bağlantısı yokmudur? Ve başka pek çok şey..

Gülü isteyip dikenini istememek olur mu? Bir şeyi isteyip gölgesini istememek olur mu? Olursa bu "yarım kalmak" olmaz mı?

"Her şey senin elinde" kısmına gelince... Burada bu kadar yüreğe dokunan şey yine "kendini sev!", "kendine inan", "aile değil sen kutsalsın" zamanlarında vurguyu "sen"e kaydıran masumiyet. Ve bu açıklık. Başkasına açıklık. Ortada ayrı bir "ben" olduğu doğrudur ama bu "ben" açıktır. Kapatmaya ne hacet? Hayatımızdaki pek çok güzelliğin ve çirkinliğin diğer insanlarla irtibatta ortaya çıktığını kim inkar edebilir? Tek başına olan bir insanı alıp çaylı, sohbetli bir arkadaş ortamına götürsek önceden olmayan neler neler ortaya çıkar...

Tabii burada, başkalarının önemini kabul etmede ilginç bir yoksulluk da var. Çok güzel bir "ben fakirim" beyanı var. "Sen yoksan eksiğiz" var. Hakikat olduğu için çok güzel olan o gerçek fakirliğimiz. Rockefeller ile Memed Emmi arasında değişmeyen o asil fakirlik. Paul Ricoeur'un sembol yorumunu anlatırken dediği gibi; semboller bize fakirliğimizi gösterir. Diyelim o kocaman "değerler uğruna şehadet" ten elimizde olan bazı semboller taşıyan bir bayraktır 🇹🇷 . Veya hep aradığımız mutlak adalet yerine elimizde olan bir terazi ⚖️ şeklidir/sembolüdür vb. İşte böyle fakirlik. Veya birincil değil ikincil olmamızdan dolayı fakirlik. Ya da dinde çok net söylendiği gibi Allah'a muhtaç olduğumuz için fakirlik. Fakir oğlu fakirlik yani. 600 milyar doların da olsa ...

Sonuçta kederi de kabul edebilen, başkalarının hayatımızdaki yerini, bizim için önemini, değerini kabul eden bir yaklaşımla bütünleşmek, büyümek. Fakirliğimizin itirafı ve bunu da kabul etmenin sükuneti. Güzelim sükunet.

Yazım bitti ama yerinizde olsam şarkıyı da dinlerdim.

 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz