Narin’in Cansız Bedeni Üzerinde Tepinen Siyasi Nebbaşlar

Narin’in Cansız Bedeni Üzerinde Tepinen Siyasi Nebbaşlar

Son zamanlarda basına çokça pedofili, tecavüz ve sapkınlık haberleri yansımaya başladı. Bu haberlerin yansıtılma biçimlerindeki sorumsuzluk veya uluslararası hesaplar bir tarafa, bu haberler; bazen bir ideolojinin başka bir ideolojiye karşı rekabetinin bir enstrümanı olarak özel bir çaba ile ve de bir PiaR kampanyasına dönüştürülerek işlevselleştirilmeye çalışılıyor. Bunu partiler arası rekabet olarak da okumak mümkün.

Narin Güran meselesinin ele alınma tarzı oldukça ilginç. Bu olaydan hareketle olayın gerçekleştiği beldenin son seçimlerdeki oy sayımları üzerinden bazı hesaplar yapılmaya başlandı bile. Olayı Hizbullah üzerinden, mütedeyyin muhafazakar seçmenler veya DEM seçmeni üzerinden değişik boyutlara vardırmaya çalışanlar oldukça dikkat çekici. Kur’an kursundan evine giderken ortadan kaybolmasını Kur’an kurslarına ve din öğretimine bağlama kurnazlığı da bu değişik boyutlar içindeki art niyetli  hesaplar arasında.

FETÖ’nün uluslararası arenada; usanmadan, yorulmadan  uzun zamandır Türkiye’yi İslamcı bir iktidarın yönettiğini, bu yönetimin ülkeyi yönetilemez hale getirdiğini, pedofoliye teslim bir manzara ile de göstermeye çabaladığı malum. Bu tip piar, algı oyunları ve operasyonlarıyla sosyal mecraları ve elindeki tüm enstrümanları oldukça maharetli bir şekilde ve hoyratça kullandığı 15 Temmuz kalkışmasına giden ve sonrasındaki süreçte de kendisini zaten aşikar etmiştir. Ekonomideki istikrarsızlık görüntülerinden, yolsuzluk şayialarına; afetlerden her tür kazaya; sığınmacılardan işsizliğe kadar her fırsatı bu yolda kullanmakta oldukça da hevesliler. FETÖ’nün 15 Temmuz’da beceremediği işi bu yollarla kotarmaya çalıştığı da artık bir gerçek.

FETÖ’nün bu stratejilerine teşne bir muhalefet bloğu da maalesef ülkede oldukça zinde ve nicel olarak da yüksek bir oranda.  DEM’den CHP’ye oradan Zafer ve Saadet’e ve seküler tüm kesimlere uzanan, üstelik bu tip zamanlarda kemalist zırha

bürünme özellikleriyle öne çıkan, bununla  da birleşen geniş bir blok muhalefeti söz konusu. Bu ittifakta bulunanlar, olan biten her tür olumsuzluğu muhafazakar/mütedeyyin seçmen kitlesine mal etmeye hazır ve nazır bekliyorlar. Böyle olunca da bu tip sosyal sapma durumlarının sağlıklı, nesnel analizlerini yapmanın imkan ve fırsatları her olayda heba edilmekte, serinkanlı değerlendirmeler yapılamamaktadır.

Sapkınlığın Dini ve İdeolojisi Var mıdır?

Çok yakın bir geçmişte; Seküler kesimin dindar kişi ve kurumları hedef alan ve çok çirkin bir kampanyayla farklı hedeflere ulaşmada bir enstrüman olarak öne çıkardığı, Ensar Vakfına ait bir yurttaki malum skandal, bazı konular üzerinde düşünmeyi gerekli hale getirmiştir.

Bu kampanyayla, pedofili veya ensest ilişki gibi sapkınlıkların mütedeyyin kesimlere yakıştırılmaya çalışılmasını hedeflemenin arkasındaki asıl niyet, siyasi ikbal kaygıları olsa da ve birbirine benzemez bir çok düşmanı muhalefet adına mütedeyyin kesimlere karşı birleştiren ve kirli bir ittifak yaratan bu çabaların değerlendirilmesi bir tarafa, aslında seküler kurumlarda ve kişilerde de yoğun olarak rastlanılan bu sapkınlıklara mütedeyyin kesimlerin kurumlarında da zaman zaman rastlanılması, bu sapkınlıkların beslendiği sosyo-kültürel zeminin iyi etüt edilmesini de gerektirmektedir. Öncelikle belirtmek gerekiyor ki bu sorun, üretilmeye çalışılan algının tersine, sadece mütedeyyin kesimlerin sorunu değildir, Ensar Vakfı’nın da içine dahil edilmeye çalışıldığı bu son olaydan önce, Aziz Nesin Vakfı’nda da başka birçok seküler mahalde ve kurumda buna benzer şayialar çıkmıştı. Yazılı ve görsel medyada yurdun dört bir tarafındaki her kesimden, okul, yurt, dershane mekanlarında, Öğretmen-öğrenci; doktor (hasta bakıcı)-hasta, bakıcı—çocuk arasındaki çarpık ilişkileri konu edinen yığınla habere rastlanılmaktadır.

Çekmece’deki bir olayın gündeme gelmesi, gündeme getirilme biçimi ve bundan umulanlar çok ciddi bir tartışmanın konusu ve eski futbolcu Ümit Karan’ın, tacizden 1,5 yıl ceza yedikten sonraki savunması da oldukça ilginç… “-Ben Atatürkçüyüm…Beni cezalandıracaksanız Atatürkçülüğümden dolayı cezalandırın…” gibi tuhaf bir savunma refleksinin arkasında bu tip suçlarda suçluların paravan olarak kullanmaktan çekinmediği bazı durumları gösterir önemli işaretler vardır. Aynı şekilde bunlar, bu tip olayların arka planındaki nedensel zemini yaratan süreçleri de karartan, onları doğru görmemizi ve anlamamızı engelleyen reflekslerdir. Oysa ki bu sorunun daha sağlıklı bir zeminde tarafsızca ve hakkaniyetle ele alınması hayati bir önem arz etmektedir. Bu yüzden, bu yazıda konunun sadece mütedeyyinleri ilgilendiren boyutları ve sorumlulukları hatırlatılırken sanki olay sadece bu kesimlerin sorunuymuş gibi bir yanlış anlaşılmaya sebep vermemek için bu örnekleri de masada değerlendirmek gerekmektedir.
Seküler ittifakın, bu olay vesilesiyle çok ciddi bir reaksiyon içinde olmasının mütedeyyin camia açısından iyi olan tarafı bu tip vakalara bu camialarda rastlanılması ihtimalinin bile hala şaşkınlık uyandırabiliyor olmasıdır.

Bu durum aslında mütedeyyin camiadan potansiyel olarak beklenilmesi gereken kişilik ve davranış özelliklerinin seküler kesimin algı dünyasında bile ne derecede olduğunun bir göstergesidir. Aslında bu durum, “Müminin, elinden dilinden belinden emin olunan kişi” olduğu düşüncesi ve algısının halen hayatını sürdürdüğünün bir gerçeğidir. Bu algının daha da güçlendirilmesi, toplumda örneklik misyonunu da taşıyan mütedeyyin kesimlerin de sorumluluğundadır.

Mütedeyyin kesimde tuhaf bir şekilde işletilen Hüsnü Zan müessesesi

Dindar kesimlerin yurt, ev, kurs, okul gibi mekanlarındaki örgütlenme ve organizasyon biçimlerinin sıhhatini, bu örgütlenmelerin pek çok yanlış uygulamasını sorgulamayı ve yeniden değerlendirmeyi mümkün kılabilecek bu olaylar vesilesiyle, bu yanlışlıkların belirlenerek, buralarda daha sağlıklı bir yapılanmanın gerçekleştirilmesi de mümkün olabilecektir.
Konunun güven-mekan ilişkisi çerçevesinde ele alınmayı gerektiren pek çok yönü var ama, bundan daha önce ele alınması elzem olan bir husus da Müslümanların birbirlerine karşı besledikleri ve hatta beslemek zorunda oldukları hüsnü zannın ölçüsünde bazı aşırılıklara gidilmesi ile ilgilidir. Reisicumhurumuzun bile yakın dönemde; devletin siyasi, bürokratik bir çok kurumunu sadece “abdestli, namazlı, alnı secdeye giden bir camiaya” gözü kapalı bu güven (hüsnü zan) ilişkisi içinde teslim etmesinin maliyet hesabı ve sonuçlarıyla bugünlerde herkes boğuşuyorken, bir camiaya sadece bu kriterlerle bu denli aşırı güven duymanın teolojik, psikolojik ve sosyolojik arka planını sorgulamanın gereği de ortadadır.
Ticari, siyasi, sosyal münasebetlerde Müslümanların birbirlerine karşı besledikleri bu hüsnü zannın sınırları konusunda zaman zaman girdikleri yanlışlar, çoğu zaman maliyetleri artıran sonuçlar doğurmaktadır...

Ticari anlaşmaların ya da borç alış verişlerinin Kur’an’ın ve Resulullah’ın (S.A.V) tavsiyesine rağmen yazıya dökülmemesi, kayıt altına alınmaması, evlilik akitlerinde veya bazı hususlarda şahitlik müessesesinin ihmal edilmesi, karşı cinslerin birbirleriyle münasebetlerinde üçüncü bir şahsın varlığının gerekliliğinin yine bu hüsnü zan müessesesinin abartılması nedeniyle ihmal edilmesi bu maliyetleri artıran sonuçlardandır.

Aynı şekilde; Usta-Çırak; öğretmen-öğrenci ilişkilerinde güvenilir (!) belli kişi ve kurumlara emanet edilen bireylerin sadece bu güven ilişkisi içinde değerlendirilmesi; çocuğun emanet edildiği kurum ve kişilere karşı kayıtsız şartsız güven duyulması; evde, odalarda çocukların oturma ve yatma kalkma mekanlarının kardeşlik güveni içinde değerlendirilmesi maliyetleri artıran sonuçların diğer örnekleridir.

Kuran ve sünnette tavsiye edildiği gibi, çocukların değişik yaş dönemlerinde yataklarının, odalarının ayrılması gerektiği ile ilgili prensiplerin çoğu zaman ihmal edilmesi; haremlik selamlık müessesesinin yine bu minval üzere dostlar akrabalar arasında çok da önemsenmemesi ile ilgili olarak doğan birçok sapkınlığın konunun bu sosyal kültürel arka planını ilgilendiren hususlar gibi sair konuların, mütedeyyin, muhafazakar, kişi ve kurumlarca yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Kemalizmin baskıcı yönetim ve idari tarzının bir sonucu olarak merdiven altı yapılara dönüşen ve bu halleriyle denetlenemez olan ve şeffaf olmayan cemaat ve tarikatlara bağlı eğitim, yurt, ev gibi barınma mekanlarında yetişkinlerle çocukların ilişkilerinin üreteceği sorunların bu çevrelerde yeterince tartışılmadığı açıktır. Hatta bu yetersizliğin sahip olunan kayıtsız şartsız güven (aşırı hüsnü-zan)le ilgili olduğu da bellidir.

Oysa İslam, helal ve haramları tayin ederken bunları Allah’ın sınırları olarak tarif eder ve bu sınırların bırakın aşılmasını o sınırlara yaklaşılmasını bile engeller, emir ve tavsiyeleriyle bu sınırın ne kadarına yaklaşılacağını düzenler.

“-Ebeveynlerden zarar gelmez…”,“-ne olacak ki bunlar kardeş…” “-Biz zaten arkadaşız, akrabayız, kardeşiz…” gibi hüsnü zanlara(!) gitmeden belli bir yaştan sonra çocukları ebeveynlerinin odasından ayırır…Kız ve erkek çocuklarının da ayrı yatırılmasını düzenler…reşit olmayan çocukların yetişkinlerle kapalı mekanlarda yalnız kalmasını ya da karşı cinslerin birbirleriyle iletişimlerinin, yanlarında bir şahit olmadan, yalnızken olamayacağını da düzenler…

Sapkınlığı Besleyen Çarpık Mekan Organizasyonları

Bu arada, karma eğitimin yaygın olduğu, yaş çeşitliliği fazla olan eğitim mekanlarında, bu çeşitliliğin, bir arada mahrem mekanlarda kontrolünün, denetiminin zorluğu bir tarafa, yaygın popüler kültürün ve onun kitle iletişim araçlarının denetimsiz bir şekilde her yaştan kişinin elinde kişiliği tahrip edici yanları ve ürettiği sonuçları, birlikte bu tip sapkınlıkları besleyen zemin olarak değerlendirilebilir. Yani, sapkınlığın sadece mahrem mekanlarda kendisine uygun zemin bulduğu yanlıştır.

Aslında, mahrem mekanlarda bu sapkınca duyguları uygulamaya dönüştüren asıl nedeni aleni olarak yaygınlaştırılan ve normalleştirilen bir kültürün denetimsizliğinde aramak gerekmektedir. Ancak yine de mekan-güven ilişkisini tesis edecek bir yapılanma en basitinden sapkınca duyguları harekete geçirecek ve bu hareketi cesaretlendirecek ortamı engellemekle mümkündür. Bu da, mekanın buna elverişli olmaktan uzak bir şekilde inşa edilmesini ve örgütlenmesini gerektirmektedir. Örneğin, Hristiyan camiada özellikle Katolik kiliselerinde sürekli pedofili ile eşcinsel ilişkilerle ve tacizlerle ilgili haberlerin duyulması mekan güven ilişkisinin yanlış temeller üzerinde yapılanması ile ilişkilendirilmektedir.

Günah çıkartmanın mahrem mekanlarında, rahip ile günah çıkartan arasında veya öğretmen öğrenci; usta çırak arasındaki hiyerarşik üstünlük vesilesiyle, hem de bu mekanda korumasız ve her tür istismarla neticelenebilecek ortamın varlığı da bu tip sapkın davranışları cesaretlendiren bir zemini oluşturduğu söylenmektedir. Aynı tarzın özellikle denetlenemez, şeffaf olmayan merdiven altı yapılanmalarda; cemaat ve tarikatlarda hayat bulma şansı çoktur. Bu yüzden bu tip yapıları da bozan ve onları da tehdit eden bu zeminden kurtarıp şeffaf ve denetlenebilir bir yapıya kavuşturmak sorunun sosyokültürel temellerinin çözümünü sunacaktır.

Kapalı bir kutu şeklinde işleyen yapılarıyla söz konusu cemaatlerin yurtlarında kuran eğitimi veya yatılı kurslarda yatakhanelerde ergenlik döneminin tüm dezavantajlarıyla birlikte yan yana getirilen çocuklar ve onlardan sorumlu öğretmen, belletmen arasındaki ilişkilerin denetlenemez bir hiyerarşi ve disiplin şeklinde yürümesi, ortaya çıkan sorunların “-kurumumuz lekelenmesin, zarar görmesin” anlayışıyla ört bas edilmesi daha büyük ve onarılmaz sorunları besleyecek bir başka zemindir. Çocukların geleceğinde belki de onarılamayacak ve telafisi mümkün olmayacak kişilik travmalarını başlatacak bu süreçlerin çok ciddi bir denetleme sistemi ile ve tam bir şeffaflıkla organize edilerek örgütlenmesinin hayati derecede önemli olduğu gerçeğinin unutulmaması gerekmektedir.

Bu konuda yeterli bir denetleme sisteminin olmadığı ve bunu her kesimden kapalı yapıların gönüllülük esaslarıyla değerlendirerek çözüme kavuşturmaları gerekir. Devletin de olaya; kendisine yakın-uzak kişi ve kurum ayrımı yapmadan tüm bürokratik, idari mekanizmalarıyla denetleyici ve şeffaflığa zorlayan bir anlayışla yaklaşması sorunun çözümünde gerekli mesafeyi almayı kolaylaştıracaktır.

 

[1] "Nebbaş", Türkçede genellikle "ölüyle birlikte gömülen değerli eşyaları çalan kimse" olarak tanımlanır. Bu kişiye "ölü soyucu" veya "kefen soyucu" da denilmektedir. Ölü ve bedeni üzerinde her tür tasarrufu/istismarı yapmaya kendini ehil gören herkes için bu ifade kullanılabilir. Bunun siyasi ifadesini RTE bir konuşmasında siyasi nebbaşlık olarak şöylece ifade etmektedir: "15 insanımızı kaybettiğimiz bir felaket üzerinde tepinenleri milletimizin vicdanına havale ediyoruz. Siyasi bir fırsatçılık ile karşı karşıyayız. Bunun adı siyasi nebbaşlıktır. Bu kansızların milletin sinir uçları ile oynama girişimleri asla masum değildir."

Kaynak:https://www.takvim.com.tr/guncel/2024/06/26/nebbas-nedir-ne-demek-baskan-erdoganin-soyledigi-siyasi-nebbaslik-ne-anlama-geliyor-kelime-anlami/2

 

Diğer Yazıları

Kuveyt Gezi Notları

Kuveyt Gezi Notları

  • 13.07.2024 / 02:03

Yorum Yaz