Modern Bir Şiddet Ve Propaganda Aygıtı: İsrail

Modern Bir Şiddet Ve Propaganda Aygıtı: İsrail

Bir yıldır, yani 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı sonrası İsrail’in hiçbir meşru ahlaki, vicdani ve hukuki sınır gözetmeyen; giderek artan ve genişleyen şiddet sarmalının başlamasının ardından, İsrail’in bu gayrıahlaki, gayrıhukuki, gayrıvicdani ve gayrımeşru şiddetini savunmak üzere devreye gri propagandasının da girdiğini görüyoruz. Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nda konuşan Polonya Milletvekili Grzegorz Braun’un söylediği sözler karşı karşıya kaldığımız durumu özetlemeye yetiyor: "Yahudilere herkesi öldürme izni vermek istediğinizi anlıyorum. Antisemitik olarak göstermek istedikleri herhangi bir ülkeyi bombalama hakkı veriyorsunuz... Sürekli Holokost söylemi şantajı ile karşı karşıyayız."

İlkin 7 Ekim Aksa Tufanı’nı hedef alan bu propaganda, söz konusu intifadayı önce HAMAS’ın “festival basması”, HAMAS’lı mücahitlerin tecavüzü vb. yalan ve dolanla bezendiği o zaman bile gören gözlere açık iftiralarıyla karalamaya, gözden düşürüp gayrımeşrulaştırmaya çalıştı; öyle ki yaklaşık 7-8 ay sonra bile anlı şanlı bazı Müslüman kalemler tuttukları “muhasebeci” çizelgesinde Aksa Tufanı’nda “festival basma”nın gerçekleştiğini kabul eder görünmüşlerdi; ancak İsrail’in festivaldekileri kendi çıkarları için helikopterle taradığının belli olması bu iftiranın gerçek yüzünü açığa çıkarmıştı. Ardından yine birçok yalan dolanla bezenmiş, kanlı ve şiddet dolu Gazze işgali geldi. Şimdilerde de aynı yalan ve dolanlarla bezenmiş bir propaganda eşliğinde Lübnan’ı bombalayan ve işgal eden bir İsrail var.

Her ne kadar Aksa Tufanı sayesinde edindiğimiz en büyük kazanımlarımızın genelde psikolojik ve ahlaki alanda kalması yaşanan kayıplar karşısında birilerine çok az görünse de ifade edilmeli ki İsrail’in gri propagandasının geriletilmesi, en azından etkilerinin sınırlandırılması gibi bu kazanımlar da birçok bakımdan önemliydi. Sözgelimi, daha önceki olaylarda zaten yaşanan İsrail şiddetinin 7 Ekim 2013 sonrası bütün boyutlarıyla açığa çıkması, bu şiddet dolayısıyla dünya halklarının büyük bir kısmının İsrail’in “soykırım”ı üzerine takındığı Filistin yanlısı tutum mezkûr propaganda aygıtının üstünü örtemeyeceği gerçeklerin dile getirilmesi bakımından kayda değerdi. Bu tutumu bile başta İsrail olmak üzere ABD, AB vb. aktör güçlerin yönetici taifesinin “antisemitizm” olarak itham etmeleri önceden bu bühtanla hasıraltı ettikleri diğer kişi ve olayların da bu bühtandan beri kılınmasını gerektirdi.

Deyim yerindeyse ABD ve AB’nin başta askeri, diplomatik ve sözel olmak üzere her türlü desteğini yanına alan İsrail’in işgallerde ve şiddet sergilemesinde gösterdiği kuduz köpek pervasızlığı beraberinde modern çağlar boyunca sık sık tekrarlanan birtakım batılı değerlerin de sorgulanmasına yol açtı. İfade özgürlüğü, evrensel insan hakları vb. bu değerlerin Batı-dışı toplumlar söz konusu olunca bağlayıcılıklarını yitirdiği müşahede edildi. Bu tür batılı değerlerin aslında üretiliş gayelerinin Batı’nın kendi içindeki sorunlara bir çözüm arayışı olduğu, diğer toplumlarla Batı ya da Batı’yı temsil edenler arasında vuku bulacak çatışmalarda etkisiz elemana dönüşecekleri; esasen ortaya çıkışları esnasında da o mesabede oldukları unutulmamalıydı. Yani Batı içi ihtilaflarda başvurulan bu değerler Batı için diğer toplumlar söz konusu olunca baştan beri geçersizdi. Belli ki Batı rasyonalitesi kendi üzerine kapalı, diğer toplumlar söz konusu olunca da kendi çıkarlarını önceleyen, onların maksimizasyonuyla ilgilenen bir yapıda gelişti. Bu belli ölçülerde normal karşılanabilirdi lakin diğer toplumlara benimsemelerini salık verdiği değerleri kendisi çiğneyince bütün foya açığa çıktı.

Belirtmek gerekir ki Walter Benjamin’in ünlü Şiddetin Eleştirisi Üstüne makalesinde “çocuklarının sonu karşısında öncekine nazaran daha suçlu” Niebo miti dolayısıyla söyledikleri belki Gazze için de tekrarlanacaktı. Gazze bu bakımdan sonsuza dek İsrail’in işlediği ve işlemeye devam ettiği soykırımın bir göstergesidir. Sadece uluslararası ilişkileri değil, Batı ile diğer toplumlar arasındaki etkileşimleri ilgilendiren her türlü düşünme çabasında sürekli ön planda tutulması gereken bu göstergedir.

1974’ten beri İsrail’in kendi sivil, askeri vb. kayıpları konusunda her türlü bilgi akışını resmen sınırlayan ve kontrol eden, sınırlamakla ve kontrol etmekle kalmayan, çıkarları doğrultusunda yasaklayan ya da çarpıtan sözümona bir devlet olduğunu bilmeden yorum yapmak doğru mu acaba? Başta ABD Temsilciler Meclisi’nde, BM'de yaptığı konuşmalar olmak üzere hemen her açıklamasında ve sağda solda yalan söyleyen bir başbakana sahip İsrail’in resmi kanallarının herhangi bir kayıp konusunda doğru söylemesi akla uygun mu? Aksa Tufanı öncesi Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni konusunda yaptığı çarpıtmalarla dolu açıklamasını (yalan olmasına rağmen) birçok defa tekrarlayan Binyamin Netanyahu’nun ve diğer İsrailli yetkililerin açıklamalarının doğruları yansıttığını söylemek mümkün mü? Onları sivil, askeri vb. kayıpları konusunda ellerindeki silahları güçlendirmek için yapılmış birer açıklama olmaktan ne kurtaracak? Kendi kayıplarını bile birer gri propaganda unsuruna dönüştüren bu söylemin bundan böyle herhangi bir inandırıcılığı olacak mı? Böylelikle gri propaganda unsuruna dönüştürülmüş bütün bu açıklamalara karşı gerçekleri dile getirenlerin “antisemitizm” silahıyla susturulması ve peşinden tekrarlanan gri propaganda düşünülürse Aksa Tufanı ile önümüzde açılan eskimez gerçekliği bütün boyutlarıyla kavramamızın niçin zorlu olacağı da ortaya çıkacaktır.

Diğer Yazıları

Yorum Yaz