Laikliği Düşünmek 3: Erişilebilirlik ve Eşitlik

Laikliği Düşünmek 3: Erişilebilirlik ve Eşitlik

Önceki yazılarda anaakım kamusal alan-akıl teorisyenlerine göre insana saygının, “kamusal” kararların-eylemlerin, insanların özgürlüğünü bir şekilde kısıtlıyor olmalarından dolayı, kamusal gerekçelerle desteklenmesini gerektirdiğini, bu yüzden de dini gerekçelerin kısıtlanmasını savunduklarını yazmıştım. Sadece kamusal alan-akıl teorisyenlerinden değil Türkiye dahil pek çok ülkede sokaktaki insandan da duyabileceğimiz bu iddia dinin kamusal olmadığı ön kabulüne dayanıyor ve dini olmayan şeklinde tanımlayabileceğimiz laik olana da kamusallık-saygı bağlamında objektifliktik, nötrlük, doğallık ve epistemolojik bir üstünlük atfediyor. Ancak dinin bu ikincil konumunun nereden geldiğini sorduğumuzda ikna edici ve tutarlı bir cevap alamıyoruz. “Neden laiklik” olarak özetlediğim bu soruya verilen cevapların hepsini el alamasak da en yaygın ve nispeten daha bütüncül ve tutarlı olanlarına odaklanabiliriz. Bunlardan ilki dinin kamusal açıdan erişilebilir olmadığı iddiası. Bu iddiaya göre toplum, vatandaşların eşitliğine ve özgürlüğüne saygı duymalı ve saygı da vatandaşların kamusal kararları ve eylemleri makul görmesini sağlayacak gerekçelerin, nedenlerin sunulmasıyla mümkün. Dolayısıyla da saygının temini için kararların kamusal açıdan erişilebilir nedenlerle gerekçelendirilmesi şart ve din kamusal açıdan erişilebilir olmadığı için kamusal süreçlere dahil edilmemeli.[1]

 

Bu iddia, daha doğrusu akıl yürütme pek çok açıdan problemli. Öncelikle, insanların bir şeyi makul görmesini sağlamak iktidar dahil hiç kimsenin elinde değil. Karar vericiler, eylemi gerçekleştirecek olanlar, insanları ikna etmeye çalışılabilir veya sağduyuya uygun ve makul görülebileceği düşünülen sebepler sunabilir. Fakat buna rağmen bir şeyi insanların makul görmesini sağlayamayız. Nihayetinde bu, kişinin kendinde biten bir durum. Hele de makul görme ve kabul etme için erişilebilir gerekçeleri şart koşmak kamusallığı daha da imkânsızlaştırmakta çünkü herkesin kafası aynı çalışmıyor, herkes dünyaya aynı tecrübelerle bakmıyor. Dininin erişilebilirliğini bir kenara bırakıp kendimizi laik gerekçelerle sınırlasak da erişilebilirlik koşulunu herkes için sağlamak mümkün değil, zira laik zihniyetteki insanlar da birbiriyle tamamen aynı bilişsel yapıya ve kişisel tecrübeye sahip değil. Sonuç olarak da insanların birbirilerinin gerekçelerini aynı şekilde tecrübe etmeleri olası değil, eğer erişilebilirlik buysa tabi, zira erişilebilirlikten kastın ne olduğu da net değil. Ancak net olan bir şey var, o da erişilebilirliğin gerekçeyi anlamanın veya o gerekçenin, onu sunan kişi için bir meşruiyet kaynağı olup olamayacağını anlamanın ötesinde olduğu. Böyle düşününce insanların diğerinin gerekçesini anlaması ona erişmesinden daha kolay olduğundan, anlamak kamusallık için yeterli de kabul edilebilir.[2] Daha da ileriye götürürsek, herkesin birbirinin gerekçesini anlaması, hatta bilmesi bile her zaman lazım değil. Eğer insanlar bir kararı-eylemi zaten kabul ediyorsa, onun makul olduğunu düşünüyorsa üzerinde zaten anlaştığımız bir konuda “neden” biz bu konuda anlaştık, sen ne sebeplerle bu kararı destekliyorsun şeklinde ayrıntılı bir tartışmaya girmenin manası da yok. Tüm bu manasızlıklar karşısında da dini dışarıda bırakmayı anlamlı kılacak bir sebep bulamıyoruz. Eğer din erişilemez olduğu için dışarıda bırakılmalıysa, laik gerekçeler de “herkes” için erişilebilir değil, özellikle de dindarlar için, öyleyse onlar da kısıtlanmalı. Eğer erişilebilirlik şart değilse, ki olması kamusal kararların alınmasını imkânsız kılıyor, dinin erişilebilir olmaması onun dışlanması için bir sebep olmaktan çıkıyor. 

 

Bu akıl yürütmenin ikinci bir problemi de eşitlik konusunda. İddiaya göre: Eğer kararlar kamusal değil de dini inançlar gibi kamusal olmayan gerekçelere dayandırılırsa o gerekçeleri paylaşmayanların, o inançlara sahip olmayanların düşünceleri, inançları, sebepleri reddedilmiş olur. Bu da eşitliğe aykırıdır zira bazı vatandaşların inançları resmileşirken diğerlerininkine yok muamelesi yapılmış olur. Üstelik, devlet gücü ve vatandaşın parası resmileşen görüşün uygulanması için kullanılacağından görüşü-inancı resmileşmeyen vatandaş araçsallaştırılmış ve sömürülmüş olur. Dolayısıyla da vatandaşlar arasında eşitliğin sağlanması için başta dini sebepler olmak üzere kamusal olmayan hiçbir sebebin kullanılmaması gerekir.[3] Fakat mutlak bir eşitlik mümkün mü, özellikle de kamusallığın erişilebilirlik olarak tanımlandığı bir ortamda? Yine dini dışarıda bırakarak düşünelim. Mesela caddelere güvenlik kameraları yerleştirilmesini talep eden bir teklif olsun bu seferki vakamız. Bir grup insan kameralı yerlerde saldırıların ve hırsızlıkların daha az olduğunu gösteren araştırmaları kaynak göstererek güvenlik gerekçesiyle desteklesin bu düzenleme teklifini. Fakat toplumun bir kısmı da bu düzenlemenin mahremiyet hakkını ve bireysel özgürlüğü ihlal edeceğini gerekçe göstererek teklife karşı çıksın. Bu gerekçelerin ikisi de hem laik olmaları hem de onaylayıp onaylamamalarından bağımsız olarak herkesin anlayabileceği açıklıkta olmaları – yani kişisel tecrübeye dayanmamaları açısından kamusal gerekçeler. Öte yandan, bütün bu kamusallığa rağmen, düzenleme yapılırsa karşı çıkanların, yapılmazsa da destekleyenlerin inançları-gerekçeleri reddedilip diğerlerininki resmileşmiş olacak. Her iki durumda da eşitlik ilkesi ihlal edilmiş olacak çünkü talebi gerçekleşmeyen araçsallaştırılmış olacak ve eşitlik sağlanmayacak. Bu örneğin de gösterdiği üzere, alınan her kararda, gerçekleştirilen her eylemde, kamunun bir kısmının talebi kaçınılmaz olarak reddedilmiş olacak ve eşitliğe karşı hareket edilecek. Özetle mutlak eşitlik imkânsız ve imkânsız olan bir şey için mantıklı olarak laik gerekçeleri yasaklamazken dini gerekçeleri yasaklamamızı gerektiren şey ne? Diğer bir deyişle, eğer dini gerekçeleri öyle düşünmeyenlere haksızlık olur diye yasaklıyorsak, insanların farklı düşündüğü her konuda bir yasağa gitmemiz gerekir aksi takdirde dindarlara haksızlık olur. Sonuçta onlar da laik gerekçeleri paylaşmıyor olabilirler. Burada belki bana cevaben mutlak eşitlik mümkün değilse bile ne kadar az eşitsizlik o kadar iyi bir toplum iddiası ileri sürülebilir. Sonuçta gerekçeler ne kadar kamusalsa eşitliğe o kadar daha yaklaşırız ve bu da daha huzurlu bir toplum oluşturur. Din de kamusal olmadığı için eşitliğe - mutlak veya nispi - her hâlükârda karşı olacaktır, bu yüzden de kısıtlanmalıdır.  Ancak bu da kamusallığın ölçütü meselesini gündeme getirir ki dini karşı geliştirilen bu akıl yürütmedeki üçüncü problem de aslında kamusallığın ölçütü meselesidir. Bunu da bir sonraki yazıda tartışalım.  

 

[1] Lawrence B. Solum, “Faith and justice”, DePaul L. Rev. 39 (1990): 1083-1106.

[2] Christopher J. Eberle, Religious Conviction in Liberal Politics (Cambridge University Press, 2002), 116-20.

[3] Solum, “Faith and justice”, 1093-95.

Diğer Yazıları

Yorum Yaz