Kürt Sorunu: Pkk Ve Çözüm Süreci Engelleri
Devlet Bahçeli’nin MHP Grup Toplantısı’nda Abdullah Öcalan hakkında sarf ettiği “Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun” sözlerini canlı yayında ilk izlediğimde, doğrusu beynim de kulaklarıma inanmamış olacak ki duyduklarımı yanlış yorumlamama neden oldu. Evet, ilk etapta Bahçeli’nin öfkeyle, sanki “Yok artık, daha neler! Oldu olacak gelsin, bir de mecliste konuşsun” şeklinde ironi yaptığını düşünmüştüm. Hiç de bile ironi olmadığını, ancak medyaya yorumlar düşünce idrak edebildim.
Kürt meselesi üzerine çalışmış biri olarak, konuyu bu çerçevede algılama ısrarım, bir paradigmanın yıkılma sürecinde eski paradigma savunucularının, problemleri algılama ve çözme çabalarına benzerlik gösteriyordu. O günün ilerleyen saatlerinde Bahçeli’nin bir kez daha açıklama yapıp, tam da benim algıladığım minvalde, Imre Lakatos’un 'koruyucu kuşak' metaforuna uygun bir şekilde, “Beyler özür dilerim gezegenin varlığına dair manyetik bir etkiyi son anda fark ettim” diyerek Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ulus-devlet paradigmasının problemi algılama ve çözümüne ya da çözümsüzlüğüne uygun bir düzeltme yapacağını düşünüyordum. Ancak beklediğim düzeltme gelmedi.
Her ne kadar bir paradigma kolay kolay yıkılmıyor olsa da er ya da geç, içsel tutarsızlıklar veya dışsal baskılar karşısında değişime direnemediği ve yerini yenilerine bıraktığı tarihte sıkça görülen bir olguydu ve kabullenmekten başka çare de yoktu. Ancak çok geçmeden düzeltme, başka bir yerden, PKK’dan geldi. Değişime hazır olmadığını, sivil hedeflere yönelik gerçekleştirdiği tartışmasız bir terör eylemiyle kimlerle muhatap olduğunu hatırlatacak şekilde Bahçeli’yi bir kez daha etraflıca düşünmeye davet etti.
Fakat bu, Kürt meselesinin ulus-devlet paradigmasının dışına çıkılması suretiyle siyaseten çözümüne yönelik ilk çıkış değildir. Bununla birlikte, PKK’nın sicilindeki ilk baltalama hadisesi de değildir. 1992'de Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Kürt milletvekilleri Ahmet Türk, Orhan Doğan ve Sırrı Sakık ile bir araya gelir. Özal, Türkiye'nin en büyük sorununun Kürt sorunu olduğunu ve bu sorunu çözmek istediğini açıkça belirtir. Korkusuzca adımlar atmaya kararlı olduğunu, af çıkararak barış sürecini başlatmayı planladığını söyler. Özal, Kürt milletvekillerine büyük görevler düştüğünü ve şiddetin sona erdirilmesi için özveri gerektiğini vurgular. Belma Akçura’nın “Devletin Kürt Filmi” adlı çalışmasında (s.248) aktardığına göre, Özal konuya doğrudan girer ve elini Ahmet Türk’ün dizine koyarak şöyle der: "Bu ülkenin en büyük sorunu Kürt sorunu ve ben bunu çözmek istiyorum." Devamında şöyle der: "Bak Ahmet, Süleyman (Demirel) gibi korkak değilim, Allah'tan başka kimseden korkmuyorum, kafamda bazı şeyler var. Gerektiği zaman herkesten daha şahinim. Ama çağdaş Türkiye'yi dünyayla bütünleştirecek adımlardan korkmamak lazım." Ahmet Türk sorar: “Peki, ne yapmayı düşünüyorsunuz?”
O günün şartlarında Özal her ne yapmayı düşünüyorsa gerçekleştirmeye fırsat bulamadı ya da fırsat verilmedi. Ancak Özal’ın Ahmet Türk ve diğer siyasetçileri çözüm konusunda samimi olduğuna ikna ettiği görülmektedir. Fakat Özal’ın ölümünden önce bu görüşmeden umulan barışın engellenmesi için o meşum hadise, Bingöl katliamı vuku buldu. Usta birliklerine teslim olmak üzere sivil otobüslerle yola çıkan 36 acemi erin, 33’ü Elazığ-Bingöl karayolunda kurşuna dizildi. PKK’nın hangi akla hizmet ettiği belli olmayan bu saldırısı, barış umutlarını yerle yeksan eden bir dönüm noktası oldu. 33 asker ve 3 öğretmenin hunharca katledildiği Bingöl olayı, toplumda derin bir infiale yol açtı. Bu trajedi, çözüm sürecine yönelik atılacak adımların önüne büyük bir engel olarak çıktı. Kamuoyunda giderek yükselen güvenlik endişeleri ve misilleme talepleri, devletin barışçıl çözümler yerine askeri yöntemlere ağırlık vermesine neden oldu. O gün yaşananlar, yalnızca o dönemdeki barış girişimlerini değil, aynı zamanda gelecekteki benzer çabaların da önünü kesen sembolik bir dönüm noktası olarak hafızalarda yer etti. Bu olayın ardından köy boşaltmaları, kitlesel göçler ve çatışmalar dalga dalga yayıldı; 1990’lı yıllar boyunca süren bu zorlu süreç, bölgeyi terör ve şiddete boğdu.
1930 tarihli, Fevzi Çakmak’tan Abdulkadir Renda’ya, İsmet İnönü’den Genelkurmay’a, Celal Bayar’dan Doğu Ergil’e ve Erdal İnönü’ye kadar uzanan onlarca Kürt raporundan söz edilebilir. Çözüm içerenlerin çoğu, Cumhuriyet’in Kürt meselesini bir paradigmadan da öte adeta dokunulmaz bir tabu haline getiren anlayışına çarpmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarından günümüze meselenin devletle ilgili boyutu hakkında çok şey söylenebilir, söylenilmiştir de... Nitekim Arif Bingöl (2014) tarafından Türkiye'de “Kürt Sorunu Bibliyografyası” adlı 504 sayfalık çalışmasında yerli ve yabancı toplam 7.500 kaynağa yer verilmiştir.
Radikal çözüm önerisi içeren bu raporlardan biri de 1991 tarihinde, Recep Tayyip Erdoğan’ın Refah Partisi İl Başkanı olduğu dönemde hazırlattığı ve Erbakan’a sunduğu “Kürt raporudur.” Raporda Kürt meselesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet paradigması çerçevesinde çözülemeyecek bir sorun olarak vurgulanmaktadır. Raporda şu ifadelere yer verilir: “Bugün 'Doğu' veya 'Güneydoğu Sorunu' olarak adlandırılan mesele, aslında bir 'Kürt Sorunu'dur. Sorun gerçekte ulusal bir sorundur, yani bir Kürt sorunudur. Günümüzde Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski dönemlerinde 'Kürdistan' olarak bilinen coğrafyanın bir parçasıdır. Kürtlerin konuştuğu Kürtçe, Türkçe ile bağlantısı olmayan bağımsız bir dildir.” Bu ifadeler, sorunun kökenine vurgu yaparak çözümün ulus-devlet anlayışı içinde sınırlı kalamayacağını öne sürmektedir. Raporun devamında şu ifadelere yer verilmektedir: “Resmi ideoloji bütün bu noktalarda iflas etmiştir. Kürt gerçekliği, 1980 askeri darbesiyle birlikte yeniden inkâr edilmiş, Kürtçe 2932 sayılı yasa ile yasaklanmıştır. Ancak dış dünyada meydana gelen değişmelerin içeride yol açtığı zorunlu zihinsel değişmeler ve en önemlisi de PKK ile sürdürülen geleneksel zora dayalı yöntemin başarısızlığa mahkûm olduğunun anlaşılması, Kürt sorununa ‘tam demokrasi’ ve ‘kültürel çoğulculuk’ temelinde yaklaşmayı beraberinde getirmiştir.”
Bu rapordan 10 yıl sonra Tayyip Erdoğan liderliğinde kurulan AK Parti iktidara geldi. “Kürt sorunu benim sorunumdur” diyen Erdoğan, "çözüm süreci" olarak adlandırılan kapsamlı bir süreç başlattı. Sürecin kimin tarafından sona erdirildiğine dair suçlamalar ve tartışmalar hâlâ devam etmektedir. Ancak, 22 Temmuz 2015'te Şanlıurfa'nın Ceylanpınar ilçesinde iki polisin öldürülmesiyle sonuçlanan olay, çözüm sürecinin fiili olarak sona ermesinin gerekçesi olarak kabul görmektedir. Başlangıçta saldırının PKK'ya bağlı HPG tarafından 2015 Suruç saldırısına karşı bir misilleme olarak gerçekleştirildiği duyuruldu. Ancak tepkiler yükselince ve maliyetinin çok yüksek olduğu fark edilince geri adım atıldı. Birkaç gün sonra KCK Sözcüsü Demhat Agit, BBC'ye verdiği demeçte saldırının PKK ve ona bağlı gruplar tarafından yapılmadığını öne sürdü. PKK liderlerinden Murat Karayılan da bu saldırının örgütle bağlantısı olmayan, “kendine ‘Apocu Fedailer’ diyen bir grup tarafından yapılmış bir eylem” olduğunu beyan etti.
2024’e gelindiğinde yeni bir sürecin başlayacağına dair işaretler konuşuluyordu. Birkaç ay önce Ahmet Türk, “CHP'yi destekledik ama orada lider yok; Kürt sorununu çözerse Erdoğan çözer” diyerek çözüm için siyasal merkezi işaret etmişti. Benzer şekilde Leyla Zana da Erdoğan’ın çözüm sürecini buzdolabından çıkarmasının zamanı geldi şeklinde bir açıklama yapmıştı. Ancak hiç kimse, Türk milliyetçilerinden böyle bir çağrı geleceğini beklemiyordu. Öneri, başta Kürt siyasetçiler olmak üzere geniş bir çevrede olumlu karşılandı.
22 Ekim 2024’te Cumhur İttifakı ortaklarından Bahçeli’nin çağrısının hemen ardından, PKK’nın askeri kanadı HPG, 23 Ekim 2024’te Ankara’da TUSAŞ’a düzenlenen, 5 kişinin hayatını kaybettiği ve 22 kişinin yaralandığı saldırıyı üstlendi. Tam bir PKK klasiği. Saldırının, Apocu fedai ruha sahip “Ölümsüzler Taburu” adlı bir grup tarafından gerçekleştirildiği belirtildi. Basına yansıyan açıklamada, “uzun süre önce planlanmış ve başarıyla uygulanmış olan bu eylemin Türkiye’nin son dönemdeki siyasal gündemiyle hiçbir ilgisi olmadığı” ifade edildi. Ancak, doğru olsa bile, bu açıklama özrü kabahatinden büyük olarak kaldı. Soğuk, ruhsuz, adeta kontrol dışına çıkmış, kendi başına hareket eden bir makinenin açıklaması gibi… Hem eylem hem de ilgili açıklama kırk yıl önce dağa çıkan kadroların Türkiye’nin değişiminden, Kürtlerin sosyolojik yapısının dönüşümünden ne denli uzak, ülkenin gündeminden ne kadar kopuk ve halkın beklentilerinden ne derece habersiz olduklarını gösteren bir ifşaat şeklindeydi. Bu terör eyleminin hazırlık sürecinin emeğine mi, taksici öldürmenin estetiğine mi vuruldunuz da engel olmadınız? Sizi durdurmaktan alıkoyan neydi?
Bahçeli'nin Meclis konuşmasıyla başlayan ve PKK'nın sivil hedeflere yönelik şiddet eylemiyle gelişen süreç, Kürt sorununun ulus-devlet paradigması içinde çözüm arayışlarının zorluğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Tarih boyunca bu sorunun çözümüne yönelik pek çok girişim, terör eylemleriyle kesintiye uğrayarak çözümsüzlüğe mahkûm edilmiştir. 1990'lardan günümüze uzanan bu zorlu süreçte, radikal çözüm önerileri, çatışma ve güvensizlik ortamında her defasında engellenmiş, sorun daha da derinleşmiştir. Bahçeli'nin önerisinin ardından PKK'nın gerçekleştirdiği son eylem, barış çabalarını baltalayan, devletin güvenlik politikalarına ağırlık vermesine yol açan eylemler zincirine eklenmiş örneklerinden sadece biridir.