Kültürel İktidar(sızlık) Sorunu
Mustafa Kemal Şan[1]
Son zamanlarda uzun Ak Parti iktidarı sürecinde Türkiye’de önemli alt yapı hizmetlerinin yapıldığı ancak bu dönemde kültürel bir başarıya rastlanamadığı yolunda bir tartışma yürüyüp gitmektedir. Bu tartışma aslında belli açılardan doğru argümanlara dayanıyor. Bir kere Ak Parti ve onun dip derinliklerinde egemen olan İslamcılık ideolojisinin belki yüz yıllık ömrü hayatında siyasi iktidarı tam olarak ele geçirmesi üzerinden 20-30 yıl gibi bir süre geçti. Her ne kadar kimileri AK Parti’nin İslamcı bir hareket olarak kabul edilemeyeceğini ifade etseler de esasında ortaya koydukları ya da koymaya muvaffak olamadıkları ile İslamcı refleksten beslendiği kuşku götürmez bir gerçektir. Şerif Mardin’in Edward Shills’ten ödünç alarak kullanmış olduğu Merkez-Çevre dikotomisi içinde konuya yaklaşıldığında İslamcıların, -hadi biz muhafazakarlar diyelim- Cumhuriyet tarihi boyunca kendilerine biçilen yerin çevre olduğu bilinmektedir. Ancak 50’li yıllardan sonra siyasete taşranın damgasını vurması ile kademeli bir şekilde çevre elli yıllık bir süreç içinde siyasal iktidarın ve onun tarafından dizayn edilen merkeze doğru oturmaya namzet hale geldi. Bu süreci kırdan kente yapılan göç hadisesi de hızlandırdı. Sonunda belli bir estetik ve entelektüel derinliğe ulaşması siyasal koşullar tarafında kendisine biçilen toplumsal konum nedeniyle engellenmiş çevre, merkezin belirleyicisi haline geldi. Çevrenin en büyük dinamiğinin, dini değerlerin merkez tarafından aşırı örselenmesinin büyük bir sosyal ve kültürel sermaye kaynağı olduğunun muhafazakar sağ siyaseti yapanlar tarafından kahince keşfetmesi oldu. Laikçi Devlet seçkinlerince gerici, yobaz, orta çağ kalıntısı olarak tavsif edilen bu geniş toplum kitlesinin taşımış olduğu güç demokratik siyasete geçildiği ilk seçimlerde keşfedilmişti. 46 şaibeli seçiminden sonra 50 çok partili seçiminde kara kalabalık olarak tanımlanan çevre Demokrat Parti’ye verdiği destekle merkeze ilk adımını atmıştı. Bu süreçte doğru dürüst bir eğitim alamamış, belki çoğunluğu henüz köylerde yaşayan bir nüfusun Cumhuriyet yönetimince “ on yılda yaratılan on beş milyon gencinden” ilk siyasi rövanşını almasına tanık olduk. Artık Cumhuriyet idealleri olarak ortaya konulan, seküler/laik, ilerlemeci, ulusalcı, devletçi değerler manzumesi ilk gerçek sınavını verecekti.
Ancak Cumhuriyet elitleri gerçekten de on yılda on beş milyon geç yaratmışlardı. Her ne kadar Çevre siyasal iktidarın merkezini belirleyebilecek kadar güçlü olsa da Türkiye’de hakim olan devlet etosunu elinde tutan sivil- asker bürokrasinin vesayetçi gücü ülkenin gidişatını, ideolojik tercihlerini hala belirleme kudretine sahipti. Ezanın eski Arapça haline çevrilmesi, din eğitimi konusunda atılan sınırlı adımların ötesinde ülkenin kültürel dinamikleri yine de seküler Türkiye’nin ideolojik aygıtlarının garantörlüğü altındaydı. Muhafazakar, sağ, dindar seçmen hangi sağ partiye oy vererek iktidara getirirse getirsin bu iktidarın merkeziyetçi Cumhuriyet elitlerinin derin kontrolünden sıyrılması mümkün olamıyordu. Devlet hala derin bir denetim mekanizması eşliğinde ülkenin kamusal olarak ifade edilen alanını belirlemeye, ideolojik anlamda iyi ve güzel olanın Batılı değerler manzumesinden neşet eden unsurlarla sınırlı bir aura içinde tutulmasına özen göstermeye devam ediyordu.
Bu minval üzere yetmişli yıllara gelindiğinde Türk siyasal hayatında sağ olarak ifade edilen cephe kendi içinde ayrışmalara uğrayarak daha İslamcı bir istim üzerinden ilerleyerek MNP,
[1] Sakarya Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim üyesi, mksan@sakarya.edu.tr
MSP, RP üzerinden giden çizgi nihayetinde AK Partiye kadar ulaştı. AK Parti’ye kadar varan bu çizgideki ön İslamcı siyasal hareket kendi alternatif değerlerini kurgulamaya, “yalan söylemeyen” kendi tarihini kurgulamaya, “hasılı asrın idrakine İslam’ı söyletmeye” çalışan bir söylem dili geliştirmeye çalıştı. Bu söylem dilinde özellikle Necip Fazıl’ın önemli katkıları oldu. Sakarya Türküsü ile somutlaşan bu isyan ahlakı arkalarına düşecek olan geniş halk kitlelerini mobilize edecek kadar etkili oldu. Dindar insanlar kendilerine saygın bir gelecek vaat eden bu siyasi harekelerin peşinden koşarken hem kendi maküs talihlerini alt ederken bir onur mücadelesi de veriyorlardı. Nitekim kendilerini saygın bir Cumhuriyet yurttaşı olarak görmek konusunda hiç de cömert davranmayan seküler Devlete bir bağlılık hissetmiyorlardı. Ama ne yapalım ki Devlet Türk toplumunda kutsal bir yere sahipti. “Ya Devlet başa ya kuzgun leşe” değişinde somut karşılığını bulan bu anlayış ortalama mütedeyyin Türk insanını da tesiri altına almış olsa da özünde taşıdığı değerleri dolayımından bir türlü birinci sınıf vatandaş olarak kendisine yer bulamıyordu. Bu konunun ayrımına ve siyasi ve sosyal sermayesine derinden vakıf olan İslamcı siyaset “öz vatanında parya” olan bu kara kalabalığın (!) vasisi olarak ortaya çıkabildi.
Çevrenin bu süreç içinde kendini Devlet nezdinde akredite etme, kendisinin de seküler Türkler gibi insan olduğunu ispat etmekle geçen onlarca yıl sonunda elindeki en büyük kazanım “başörtüsü” idi. Kafkaesk bir mücadelenin ardından nihayetinde o yere göre sığdırılamayan başörtüsü mücadelesi nihayetinde sonuç vermiş, başörtüsü ile subay bile olma imkanı yakalanmıştı. Dindar muhafazakar Türkiye’nin mücadele zeminini ve önceliklerini ilk başlarda çok alt levellar’dan başlatmış olmaları onları bilgi ve kültürel sermaye alanları ile daha önce tanışmış, mektep medrese görmüş seküler Türkerlerle eşitsiz bir konumda yakalamıştı. Cumhuriyetin on yılda yaratmış olduğu ilk jenerasyonların çocuk ve torunları Üsküdar’ı çoktan geçmişlerdi. Sinema, müzik, sanat, edebiyat hep onlardan soruluyordu. Gecikerek modernleşmiş muhafazakar/dindar Türkler ise henüz içselleştirmede pek de başarılı olamadıkları toplumsal konum ve mevkilerinin hakkını vermek için bir mücadele içine girdiler. Mevcut İslamcı siyasal iktidarın kendilerine açtığı güç ve prestij alanlarında sörf etmeye, zenginlik ve refahla tanışmaya başladılar. Ancak elde ettikleri statü ve rollerin içini doldurmada ciddi zafiyetler gösteriyorlardı. Bir nevi kültürel boşluk peşlerini bırakmıyordu. Kendilerinin yapamadıklarını bari çocukları yapsın diye çaba sarf etmeye başladılar. Kendileri bir enstrüman çalamıyor, temel düzeyde bile İngilizce konuşma becerisi gösteremiyorlardı. Bunun ezikliğini çok çektiler. Bu nedenle güç ve prestij hiyerarşisinin merdivenlerini hızla tırmanan bu ilk muhafazakâr Türkler kendi emellerini gerçekleştirmeyi çocuklarına ertelediler. Çocuklar ilk okuldan itibaren özel okullara, olabildiğince iyi Üniversitelere gönderildi. Özel hocalardan dersler alındı, piyano ve keman virtüözü olamasalar da anne babalarının çok ötesindelerdi. Amaçları kendileri kalarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kamusal alanlarında varlıklarını göstermekti. Ama bakın görün ki öyle olmadı. Mark Twain’in dediği gibi “gerçek kurgudan daha acayipti, çünkü kurgunun olabilirliklerle sınırlı bir doğası varken gerçeğin buna hiç de ihtiyacı yoktu”. Seküler mekanlara karışan çocuklar, orada karşı karşıya kaldıkları değer ve düşünce sistemleri ile rekabet edecek, özgün bir kültürel atmosfer yaratmaktan çok uzaktılar. Anne babalarının bu konuda çoğu kez onlara vereceği bir destek de yoktu. Vermeye çalışsalar da çocukların bulundukları seküler mekanların tesiri ebeveynlerinin söylem dilinin değersizleşmesinin ötesinde geçemiyordu. Çaresizce bu onları yutan seküler kamusal alanın içinde entegre ve asimile olmaktan öte gidemediler.
Zaman zaman AK Parti seçkinlerinin yirmi yılı aşkın iktidarlarına ilişkin yaptıkları özdeğerlendirmelerde, çok iyi belediyecilik yaptıklarını, yollar ve tünellerle, demir ağlarla vatanı bir uçtan bir uca bağladıkları, SİHA ve İHA teknolojilerinde büyük başarılar kaydettikleri ancak bu başarılara karşın kültürel iktidar olamadıkları yönünde öz eleştirilerde bulunduklarını görüyoruz. Bu gerçekçi eleştiriye katılmamak mümkün değildir. Alt yapı hizmetlerinde yakalanan seviyenin kültürel alanda neden başarılamadığı konusu ise ciddi bir tartışmayı hakkediyor. Zira bir otoyolu yaparken, ya da savunma sanayii yatırımı için çok daha objektif kriterlerden hareket emek gerekmektedir. Asfalt teknoloji, demir yolu yapımı için dünyanın her yerinde aynı olan bir sistemi izlemek zorunlu iken sinema, edebiyat ve müzik başlı başına bir değer ve kültürel sistemi gerekli kılmaktadır. İyi bir romancı ve sinema insanı yaratmak duble yol yapmaya bezemiyor hiç kuşkusuz. Bunun için uzun erimli projeler, insana yapılan ödünsüz yatırımlar gerekiyor. Bir de tüm bunları yapsanız bile yine de kısa vadede bir mesafe almanız garanti değildir. Bu samimi bir kültürel yaratım için asgari koşulların bazılarını ifade etmek için ileri süreceğimiz argümanları oluşturuyor.
Bunların ötesinde mevcut iktidarın kültürel iktidar alanı oluşturmak gibi bir derdi olmadığını da ifade etmekte yarar vardır. Bunu açık yürekli bir şekilde ifade etmek gerekiyor. Zira kültür alanında bir derinlik oluşturacak ne sosyal ve kültürel sermaye değerlerine haiz olan ne de bu alanlarda etkili olabilecek bir elit kadrosuna sahip bulunmayan bu iktidar alanı bu eksikliğin farkında olmak için bile otuz yıl bekleyebilmiştir. Gelinen bu noktada İslamcı, hadi biz biraz yumuşatarak ifade edelim muhafazakar ( o da ne demekse) AK Parti dönemi belki de Cumhuriyet tarihinin en seküler dönemi olarak ortaya çıkmıştır. TV yayınları, dizi sektörleri, talkshow’lar alabildiğine yozlaşmış, içerikler alabildiğine genel ahlak düzeyinin de çok çeperlerinde seyretmektedir. Evet kültürel iktidar konusunda başarılı olamadınız. Ama bunun için önce bir samimi niyet gerekirdi. O konuda da başarılı olunduğu konusunda bir ip ucu elimizde bulunmuyor. Son olarak ifade etmek gerekirse sekülerlerin bir kültürel iktidarı var mı ? O konuda da benim kanaatin yine olumsuz. Seküler Türkiye’nin de kendilerinden menkul bir kültürel iktidar alanı mevcut değil. Onu da başka bir yazıda ele almak gerekiyor.