Kültür Sorunu
Malik b. Nebi’nin bir kitabının adıdır. Farklı topluluklara mensup insanların aynı vasatta vuku bulan benzer olaylar karşısında farklı tutumlar takınmalarının sebeplerini irdeler bu eserinde. Bu olguya örnek olarak, bir ara Fransa’da okullarda Fransız olmayanlara kota uygulanması üzerine, biri Arap, biri de Yahudî olan iki avukatın bu karara karşı verdikleri mücadelede, kültürel farklılığın mücadelenin şeklini ve mücadelenin dilini belirlemesini gösterir. Bizim davranışlarımızı ve dilimizi kültürümüz belirler, demek ister. Az biraz da Batı kültürüne hayranlık duyduğunu hissetmemek mümkün değildir, desek haksızlık etmiş olmayız sanırım. Çünkü Arap kültürünün yansıması Arap mücadele tarzının Batılılarınki gibi olmamasına hayıflandığı o kadar belli oluyor ki… Ama her şeye rağmen kültürün belirleyiciliği hususundaki tespitlerinde, yerden göğe kadar haklıdır üstad.
Medeniyetlerin kültürel kimlikleri, ilk olarak adlandırmada kendini gösterir. Bu bağlamda İslam Medeniyetinin başat aktörü Arapların isimlendirmesi ile Batı Medeniyetinin önemli temsilcilerinden Fransızların isimlendirmesi bu meseleye ışık tutacak niteliktedir. Bir de İranlıların isimlendirmesi dikkat çekicidir.
Arapçada kültüre “es-Sekafe” deniyor. Arapçada kullanılan es-Sekafe’nin en dip, en eski anlamlarından biri, yeni yavrulamış devenin memesindeki ilk süttür ve bu süt, ilkin devenin yavrusuna verilir. Arap adlandırmasında kültür, insanın anasından aldığı ilk süt, ilk terbiye anlamını ifade eder. Kürtçede yeni yavrulamış koyun ve sığırların bu ilk sütüne “Xîç” denir. Bu sütle yapılan ve adına “Xilindor” ya da “Firo” denen bir tür yoğurdun tadına doyum olmaz. Fransızcada ve sanırım diğer batı dillerinde de “Kültür” deniyor ki, Türkçede batı medeniyetinin yörüngesine girildikten sonra hars, ekin kelimeleri kullanılmıştır. Son zamanlarda ise sadece kültür kelimesi kullanılıyor. Kürtçede de ekin anlamında “Çand” deniyor. Yani Türkçedeki gibi Fransızca ismin tercümesidir. Bu isimlendirmede de bir tarlanın ekine hazır hale getirildikten sonra, ondan elde edilen ürün esas alınmıştır. Farslar ise “ferheng” diyorlar. Bu da bir medeniyetin ürettiği sözlü ve yazılı değerler anlamındadır. Yani dilsel bir adlandırma. Kültürün oluşumundan çok ifadesi esas alınmış. Nitekim hem Kürtçede hem de Farsçada sözlüğe “ferheng” deniyor.
Bu bakımdan Kültürün koruyuculuğu (anne sütü), semeresi (ekin tarlası) ve ifadesi (sözlük) esas alınmış üç ana isimlendirmeden söz edebiliriz.
Kur’an’da yer alan bir kıssa, her üç anlamın işlevselliğini müthiş bir ifade tarzıyla gözümüzün önüne sermektedir.
İsrail oğulları, Mısır’da köledirler. Ancak İshak, Yakub ve Yusuf peygamberlerden kalma bir tevhidi zemine de sahiptirler. Putperest bir toplumda bu vasat bir değerdir. Yüce Allah, bu vasatta dünyaya gelmiş Musa’yı, onları kurtaracak lider olarak seçer. Malum sebepten ve şekilde Firavun sarayına götürülür bebek Musa. Ama hiçbir kadının sütünü emmez. Neticede öz annesinin ona süt vermesi sağlanır ve Musa, annesi tarafından tevhidi vasatı temsil eden değerler sisteminin ışığında ilk gıdasını alır. Firavun’un sarayında gördüğü eğitim, kendisine sunulan hiçbir makam, anne sütü ile birlikte aldığı kültürel özü değiştirmesine, dolayısıyla yolunu şaşırmasına yetmez ve Musa, yetişkin biri olduktan sonra, toplumun arasına karışınca, gördüğü bir manzara karşısında bu öz kültürün etkisiyle hareket eder. Bir Yahudi’nin ve Kıpti’nin kavga ettiğini görür ve Kıpti’yi bir yumrukla öldürür. Bunun neticesi de büyük bir korku ve kaçıştır.
Bundan anlıyoruz ki, kültürel zeminin sağladığı ham değerler, bir milletin kurtuluşu gibi ağır bir yükün altına girmek için yeterli değildir. Hatta böyle bir misyona kalkışılacak olursa, bunun neticesindeki şiddet ortamı korku ve kaçıştan başka bir şey getirmez. Bu yüzden Musa çöle kaçıyor. Orada Şuayb peygamberin yanında on yıla kadar irfani eğitimden geçiyor ve en sonunda semavi vahye mazhar oluyor. Ve tabi, şiddet unsuruna başvurmaya, şiddet dilini (ferhengini) kullanmaya gerek kalmadan “yumuşak dille” halkını kölelikten kurtarıyor.
Bu nokta, kültür adlandırmasında “ekin”in belirleyici olduğu boyuttur. Çünkü bir ekinin yeşermesi için tarlanın müsait hale getirilmesi gerekir. Sonra gerekli tohumların ekilmesi lazımdır. Ondan sonra da semavi yardım, yani yağmur ve güneş ışığı devreye girer ve bundan istenen sonuç alınır.
Musa kıssası, bize gösteriyor ki, bir özgürleşme mücadelesi, salt kültürel zeminle başarılmaz ya da sırf tarlanın müsait olmasıyla netice alınmaz. Bu ikisi ile birlikte göğün desteğine, yani vahye ihtiyaç vardır.
En önemlisi de hem “sekafe” hem de “kültür” boyutlarında şiddetten uzak “yumuşak bir dil” yani uygun bir “ferheng” kullanılması kaçınılmazdır.