Köpekleri Öldürmesek de Olur

Türkiye hemen her konuda olduğu gibi sokakta yaşamlarını sürdüren köpeklerin geleceklerinin ne olacağı hakkında da hızlıca polarize oldu. Türk toplumun en önemli özelliği olan bu kutuplaşama siyaseti bir biçimde artık kalıcı bir çatışmacı kültür yarattı. Artık hiçbir toplumsal soruna bir kolektif akıl ile bakmak, uzlaşmacı, müzakereci bir kültür arayışı ile yaklaşmak kimsenin aklına bile gelmiyor. Sadece içinde bulunulan ideolojik/kültürel konum insanların nerede duracaklarını tayin ediyor, belirliyor. Bu durum sokak köpekleri meselesinde de tüm açıklığı ortaya çıkmıştır.
Sokakta yaşayan köpek popülasyonun artması ve bazı köpeklerin insanlara saldırması neticesinde meydana gelen trafik kazası vakaları ile yaşanan can kayıpları ve yaralanma olaylarından sonra Hükümet uzun tereddütler ve tartışmaların ardından sokaklarda yaşayan köpeklerin barınaklara toplanarak orada kısırlaştırılması ve sahiplendirilmesi, bunun mümkün olmadığı durumda da uyutulması (!) konusunda bir yasa çıkardı. Bu yasaya temelden karşı olanların da yandaş olanların da argümanlarını inceleyerek başlamakta fayda vardır.
Yasaya taraf olanlara göre köpeklerin yeri sokaklar değildir. Köpekler nasıl uygar (!) dünya olarak nitelendirdikleri Avrupa ve ABD gibi yerlerde sokaklarda başıboş gezemiyor, mutlaka köpekler sahiplerinin evlerinde yaşıyorlarsa bizde de aynı durum olmalıdır. Bu grupta yer alanlar köpeklerin yeri sokak değil, sahiplerinin bahçesi ya da evidir diyorlar. Bu söylemi dillendirenler arasında dindar muhafazakâr kesimlerin olduğuna da dikkat çekmek gerekiyor. Zira İslam geleneğinde köpeğin evde beslenmesi konusunda ciddi rezervlerin bulunduğu bir sır değildir. Kimi İslami mezheplerde, söz gelimi Şafii mezhebinde köpeğe dokunmak bile abdesti bozmaktadır. Öte yandan Türk kültürü açısından bakıldığında da köpeklerin çok uzun bir zaman diliminden beri insanla birlikte yaşadığı da bir gerçektir. Özellikle insan ırkının yerleşik hayata geçilmediği ve avcı toplayıcı dönemlerde köpeklerin insan yaşamı için çok önemli fonksiyonları yerine getirdiğini de biliyoruz. Bizim kültürümüzde var olan bu co-existence , bir arada yaşama hali binlerce yıldır zaten devam ediyor. Zira köpeklerin insan oğlunun hayatında yaklaşık 100 bin yıldan beri var olduğu ve en az 50 bin yıldır da evcilleşmiş bir şekilde insanın yanında yaşamını sürdürdüğünü bilgisini antropoloji, arkeoloji ve biyoloji bilimleri bize söylüyor. Yani köpeklerin sokaklarda varoluşuna karşı çıkanların bir başka argümanında ifadesini bulan köpeklerin doğal yaşama alanı aslında kuş uçmaz kervan geçmez yerler değil bizzat insanın fiziksel çevresidir. Köpekler diğer vahşi akrabaları olan kurtlar ve çakallardan farklı olarak hayatlarını insanın olduğu yaşam alanlarında sürdürmektedirler. Oysa ki vahşi hayvanlar yüzbinlerce yıldan beri olduğu gibi bugün de gerçekten olması gereken vahşi doğada hayatta kalmaya çaba gösteriyorlar. Tabi insanın onların doğal yaşama alanına çok fazla yaklaşması, onların doğal habitatlarını mahvetmesi neticesinde insana yaklaştırsa da ortaya hiçbir zaman bir köpek olgusunda olduğu gibi bir evcil hayvan figürü ortaya çıkmıyor. Ne evcil ayıdan, ne de evcil kurttan bahsetmek bu nedenden ötürü mümkün değildir.
Köpeklerin sokaklardan toplanarak ucunda uyutulma adı altında itlaf edilmesi projesinin de olduğu yasa ve uygulamalara karşı olan kesimlerin de temel argümanı kendi içlerinde farklılaşıyor. Köpeklerin sokaklarda yaşama hakkını savunanların önemlice bir bölümü, onların insan türünün en sadık dostları olduğu, yaşadığımız ekosistem açısından önemli fonksiyonlar icra ettiği ve her canlı gibi onların da yaşama hakkına sahip olması gerektiği argümanını dillendiriyorlar. Onlara karşı müşfik, yardımsever olmayı bir hayvan hakkı görevi ve insan ödevi olarak görüyorlar.
Köpeklerin yaşam hakkı konusunda faaliyet yürüten bir başka grup için ise durum oldukça farklı bir mecrada seyrediyor. Zira onlar için insan-hayvan özde aynı derecede değerli canlı türleridir. İki canlı arsında hiyerarşik bir öncelik yoktur. Bu yaklaşımı savunan pro-köpek lobi, insanla köpeklerin eşitliğinden de dem vurarak ontolojik eşitlik peşinde koşuyorlar. Argümanlarını öylesine ileri raddeye ulaştırıyorlar ki “köpek gibi olmak” ( becoming dog) gibi bir kavramı bile gündemlerine alabiliyorlar. Bu kesimler köpek ya da hayvan hakları hareketlerini savunan kesimlerin en uç noktalarını oluşturuyor ve geniş toplum kesimleri tarafından ciddi oranda rahatsız edici bulunuyorlar. Bu konuda akademik yazında da son zamanlarda ciddi bir çabanın ortaya çıkmakta olduğunu görüyoruz. Öte yandan çeşitli sivil toplum örgütlerinin de bu etik ve ahlaki açıdan son derece mahzurlu ve sorunlu paradigma etrafında hayvan haklarını oturtmaya çaba gösterdiklerine tanık oluyoruz. Bu yaklaşımın çok sorunlu olduğunu ve sözüm ona köpeklerin haklarını savunurken onları insanla eşit bir düzleme çekilmesi ciddi bir kırılma anına işaret etmektedir. Bu belki de köpeklere karşı olan cepheyi daha da keskin hale getirmektedir.
Köpeklerin sokaklarda yaşama hakkını savunan bu pro-köpek lobinin, köpekler için şehirlerde yaşama alanı olarak uygun gördükleri yerler de çoğu zaman şehrin varoşları olmaktadır. Bu pro-köpek lobi, köpekler için uygun gördükleri yaşama alanlarını kendi steril mekanları olan yüksek güvenlikli sitelerde oluşturmak yerine şehirlerin çöküntü ve gecekondu mekanlarında gerçekleştirmeyi tercih etmelerinden bu konudaki çabalarında samimi olmadıklarını anlayabiliyoruz. Kendi korunaklı site ve malikanelerine bırakınız köpeklerin girmesini kedilerin bile sokulmasına izin vermeyen bu kişiler nedense köpeklerin yaşam alanı olarak evinin önünde çocuklarına bir park alanı bile bulamayan varoş insanlarının mekanlarını layık görüyorlar. Bu çok ciddi bir çelişki durumdur. Evet, köpekler yaşamalı ve yaşatılmalıdır. Ama bunu yaparken insanın hiyerarşik üstülüğüne halel getirmeden ve tüm kentsel mekanı değerlendirilerek bu paylaşımı yapmak gerekmektedir.
Köpeklerin sokaklarda neden olmaması gerektiğine ilişkin çok farklı sebeplerle karşı olanların argümanlarını Avrupa’daki durumla açıklayanların da içinde düştükleri çelişkiler bulunmaktadır. Bir kere Avrupa ne zamandan beri hakikat ve gerçekliğin mutlak kıstası haline geldi. Eğer bu mantıktan gidilecek olursa Avrupa’da var olan eşcinsel evliliklerin, sperm bankalarının, Türk kültürü ile bağdaşmayan çeşitli ahlak kodlarının, ötenazinin de bizde olması gibi bir mantıksal zorunluluğa doğru gideriz. Zira Avrupa’da olanlar onların kendi kültürel ve dini seçimlerinin bir doğal uzantısıdır. Bunların doğruluk ve yanlışlıklarını tartışmak bize düşmez. Biz kendi kültürel parametrelerimizle bu konuda ancak kendi özgül değerlendirmemizi yapabiliriz.
Peki nasıl bir orta yol bulunabilir? Tartışma konusu köpeklerler olduğu için buna odaklandık. Ama hem köpekler, hem kediler yaşadığımız toplumda sokaklarda görmeye alıştığımız canlı türlerinin başında geliyor hiç kuşkusuz. Onlarla yaşamımız çok derin ve eski bağlara dayanır. Kimileri bu hayvanlardan korksa, çekinse ve bazen mesafeli olsa da ortalama Türk insanı bu canlılarla bir arada yaşamaktan hoşnuttur. Onları besler, onların hayatımıza kattıkları güzellikten hep memnun olmuşuzdur. Çocukluğumuzda onları beslediğimiz, onların insan canlısı davranışları ile dolu anılarımızı hepimiz hatırlarız. Günümüzden kırk, elli sene önce, 70’li, 80’li yıllarda sokaklarda yaşayan köpeklerle ilgili bugün sürüp giden bu tartışmaya benzer bir konuya tanık olmamıştık. O yıllarda çok istisnai durumlar dışında köpekler tarafından öldürülen, ciddi zarara uğrayan insanların olduğu yönünde de çok fazla bir enformasyon duymazdık. Zaman zaman köpekler tarafından ısırılan vakalar olsa da bunlar hep münferit olaylar olarak kalırdı. Esas olan onlarla bir arada yaşama becerisi geliştiren bir toplum olmamızdı.
Tarih boyunca da Türklerin yaşadıkları yerlerde köpeklerin hep var olduğunu ve yerel halkın onların yaşamlarını sürdürmeleri için gereken kolaylığı hep sağladığı tarihi vesikalara da yansımış bulunuyor. Osmanlı İstanbul’unda bir süre yaşamış olan ünlü İtalyan seyyah, edebiyatçı ve tıp doktoru Edmondo de Amicis’in yaptığı çarpıcı tanımlama tarihi İstanbul’da köpeklerin yaşamına ilişkin oldukça ilginç saptamalarda bulunduğunu okuyoruz : “ İstanbul devasa bir köpek kulübesidir: Herkes buraya adım atar atmaz bunun farkına varır ”
De Amicis İstanbul 1874 adlı eserinde köpeklerle ilgili şöyle devam ediyor : “ Türklerin köpekleri ne kadar sevip koruduğunu bütün dünya bilir. Bunu Kur’an’ın hayvanlara karşı da olmasını emrettiği merhamet hissiyle mi, yoksa köpeklerin de, bazı kuşlar gibi, uğurlu olduğunu sandıkları için mi yaptıklarını anlayamadım; belki, Peygamber köpekleri sevdiği, belki, mukaddes tarihleri bu hayvanlardan bahsettiği, belki de, bazılarının iddia ettiği gibi, Fatih Sultan Mehmet’in Topkapı’da açılan gedikten, arkasında bir sürü erkanı harp köpeklerle beraber, şehre muzaffer girmesi yüzündendir. Şu bir vakıadır ki, bu hayvanları içten severler, birçok Türk beslenmeleri için kabarık meblağlar vasiyet eder. Sultan Abdülmecid bunların hepsini Marmara’da bir adaya sürdüğü vakit, halk sızlanıp mırıldanmış, köpekler geri dönünce de bayram etmiştir; hükümet hoşnutsuzluk yaratmamak için bu hayvanları hep rahat bırakmıştır. Bununla beraber, Kur’an’a göre köpek murdar bir hayvan olduğundan ve Türkler evlerinde barındırdıkları takdirde evlerinin kirleneceğini zannettiklerinden, İstanbul’daki bu bir sürü köpeğin hiçbirisinin sahibi yoktur. Köpeklerin hepsi birden, tasması, vazifesi, ismi, meskeni, kanunu olmayan büyük bir serseriler cumhuriyeti teşkil eder. Her şeyi sokakta yaparlar: kendilerine sokakta oyuklar kazarlar, sokakta uyurlar, orada yer içerler, sokakta doğarlar, yavrularını orada emzirirler ve sokakta ölürler ve hiç değilse İstanbul’da, hiç kimse köpekleri dolaşırken veya yatarken rahatsız etmez. Köpekler yolun sahibidir. Bizim şehirlerimizde, atlara ve insanlara köpekler bir kenara çekilip yol verir. Burada, köpekleri ezmemek için insanlar, atlar, develer, eşekler, şöyle bir kavis çizerler. İstanbul’un en kalabalık yerlerinde, sokağın ortasında halkalanıp yatan dört veya beş köpek yarım gün boyunca bütün bir mahalle halkının kıvrıla kıvrıla yürümesine sebep olur”. De Amicis İstanbul köpeklerine ilişkin bu saptamaları yaparken özellikle gayrimüslimlerin yaşadığı Pera bölgesindeki köpeklerin ise içler acısı bir durumda olduğunu vurgulamadan da geçemez. Pera’da köpekler, Müslüman İstanbul ile karşılaştırıldığında son derece sefil haldedirler. Çünkü onlara köpeklere müşfik davranılmaz.
Yine Osmanlı İstanbul’u için tarihsel değerlendirmelerde bulunan Juan Goytisolo da Osmanlı-Türk toplumundaki hayvan duyarlılığının altını önemle çizer: “Kuşlar, köpekler ve kediler Türklerin gözünde sevgiye ve özene değerler. İngiltere’de hayvanları koruma dernekleri kurulmadan yüzyıllar önce, gezginler İstanbul halkının hayvanlara davranışını hayranlıkla vurgulamıştır”. Goytisolo bir başka seyyah olan Urdemalas’dan şu alıntıyı yaparak tarihi Türk toplumunun sokak köpekleri konusunda kendi otantik konumunu daha da belirginleştirmeye çalışır: “ Urdemalas Osmanlı hakkında kötü şeyler söyleyen ve barbar diyenlere karşı çıkarak şöyle der. Birçokları durup denizdeki balıklara ekmek atıyor, balık bilmezse Halık bilir diyorlar. İstanbul’un her yanı başıboş köpeklerle dolu. Hünkar’ın sarayının çevresindeki alanlarda karınca gibi kaynaşıyorlar; çünkü bir dişi köpek doğurduğunda yavrularını öldürmeyi günah sayıyorlar, öyle olunca da şeytan gibi çoğalıyor itler. Bir o kadar da kedi var, sahipsiz olduklarından, barınacak bir evleri yok, uyuz içindeler. Çoğu kimse sadaka olsun diye kebap ya da ekmek alıp bunlara dağıtıyor”.
Goytisolo, Osmanlı İstanbul’unda sokak hayvanları ile insanlar arasında var olan uyum ve bir arada yaşama etiği konusunun bir çok batılı seyyaha çok mürekkep akıttırdığını ifade ederek seyyahların yüzyıllar önce yaptığı şu saptamaları aktarmaya devam ediyor: “ Köpekler sürüler halinde oradan oraya dolaşıyorlar, hem kötü muamele edenin vay haline! diye yazıyor Castellan. Sepetleri et dolu, seyyar kasaplar çevreleri kedi ve köpek kafileleri ile sarılı geziyorlar, sevap işlemek isteyen Türklerin hesabına onların karınlarını doyuruyorlar. Güvercinler limanda tahıl taşıyan gemilerin üstüne binlercesi birden çöküyor ve belki de gümrüğün aldığından daha yüksek bir vergi tahsil ediyorlar. Evler yapılırken, duvarlara da kuşlar yuvalarını yapsınlar diye Arap stili minyatür köşkler konduruyorlar”
Ama maalesef tarihimizde köpekler için durum her zaman böyle olmamıştır. 1910 yılında İstanbul Şehreminliği seksen bin civarında köpeği toplayarak daha sonra Hayırsız Ada olarak anılacak İstanbul açıklarındaki küçücük bir adaya, Sivriada’ya götürerek burada acımasızca telef olmaları ile neticelenecek bir trajediye imza atılmıştır. Hiçbir yiyeceğin olmadığı bu adada köpekler birbirlerini parçalayarak can vermişlerdir. Bugün için de popülasyonları tüm ülkede on binleri bulan bir rakama ulaşmış köpeklerin yine böyle hazin bir sona doğru giderek tarihin bir kez daha tekerrür etmesi hepimiz için büyük bir üzüntü kaynağı olacaktır.
Konu çözümü oldukça zor bir zeminde ilerlemektedir. Bir yanda gerçekten hiçbir kaygı ve tasası olmadan hasbi bir şekilde köpeklerin yaşamlarını bir şekilde sürdürmelerini isteyen samimi hayvan severler, mesela şehirlerin etraflarında öbeklenen köpeklere bakan esnaf ve mahalle insanları, diğer yanda ise hayvanseverlik kisvesi adı altında her konuda olduğu gibi bu konuyu da en uçlara çekerek hayvan haklarını insanla eşitleme davası içinde olan bir istismar durumu ile de karşı karşıya bulunuyoruz. Bu tip hayvan hakları hareketleri garip bir şekilde LGBT+ konseptine de çok yakın duruyorlar. Köpekler konusunda yukarıda da zikrettiğimiz gibi sokakları Paris ve Londra gibi görmek isteyen yeni seçkinci bir kesim de itlaf/uyutma seçeneği de dahil olarak sokaklarda köpeklerin bire kadar kırılmasını savunuyorlar.
Bu arada bu formül gerçekten hayata geçer ve sokaklarda köpeklerin esamesi okunmazsa tabiatın boşluk kabul etmeme kuralına göre onların yerini başka canlıların alacağı da unutulmamalıdır. Nitekim Paris, Marsilya, Lyon, New York gibi kentlerde sokaklarda köpekler yoktur ama iri kıyım lağım farelerinin cirit attığına tanık olabilirsiniz. Dahası kırsal bölgelerde köpeklerin olmadığı bir kombinasyonda yaban domuzlarının önünü kesmek neredeyse imkansız hale gelecektir.
Yapılması gereken köpeklerin ne topluca katledilmesi, ne de köpeklerin geniş çeteler halinde kentlerde gettolar kurmalarına izin vermektir. Hem köpeklerin hem de insanların bir arada yaşayabileceği bir formül elbette bulunabilir. Köpeklerin çevrelerinde iyilik gördükleri esnaf, semt halkı ile kurdukları bağlar da göz önüne alınarak onların belli mıntıkalarda popülasyonları denetlenebilir ve sayılarının artmasını yapılacak bilimsel kısırlaştırma ve aşılama uygulamaları ile dengeleyebilirsek bu sarmalın içinden çıkabiliriz. Tarihte yaşadığımız Hayırsızada olayına tekrar dönerek bu canlıları yok etmek hiç kimseye bir fayda getirmeyecektir.