Kendi Memleketini Savunamayan Kitle Demişken…

Kendi Memleketini Savunamayan Kitle Demişken…

Geçtiğimiz hafta Prof. İlber Ortaylı’nın mültecilerle ilgili olarak sarfettiği sözler kolay geçiştirilebilecek türden değildi. Ortaylı’nın sözlerinin başka bir zaman ve zeminde aynı konuda söyledikleriyle taban tabana zıt olması, sadece Ortaylı’nın şahsının tutarsızlığı veya bağlama, ortama göre konuşabilen, nabza göre şerbet veren biri olması basitliğine de indirgenemez. Ortaylı’nın bu konuda ortaya koyduğu çelişki performansı, tarih bilgisinin ve otoritesinin günümüz medya dünyasında nelere kadir olabildiğine, bilgi ve iktidar ilişkisinin nasıl çetrefil bir hal almış olduğuna dair de önemli bir örneklik sağlıyor.

Bir tarih otoritesi olarak kabul edilen Ortaylı bu otoritesiyle bir iktidar mı kuruyor, yoksa başkalarının iktidarının basit bir sözcüsüne dönüşmeyi mi tercih ediyor mesela? Temsil ettiği iktidar, mülteci konusunda söylediğinden hiç de hoşnut olmayacak mevcut hükümet, hatta devlet iktidarı olmadığına göre Ortaylı nasıl bir iktidara oynamış oluyor?

Kısa bir hatırlatma yapmak gerekirse, 2022'de katıldığı bir televizyon programında "Türkiye'nin mültecilere ihtiyacı var. Çünkü yaşlanıyoruz. Bizi dünyadaki kültürel azınlıklarımız koruyacak" demiş olan, hatta başka bir programda Türkiye’de Afgan göçmenler olmasa tarımın biteceğini olabildiğince mantıklı şekilde savunan Ortaylı, geçtiğimiz günlerde bütün bu analizlerini unutmuş gibi neresinden bakılırsa skandal bir açıklamada bulundu.

“Mültecilerin gönderilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kendi memleketini savunamayan bir kitleyi ben niye vatandaş kitlesi yapayım? Burası güllük gülistanlık bir yer de değil. O zaman ben bu adamları yarın bir gün orduya alacağım. Alabilecek miyim?” diyen Ortaylı’nın sözlerinin tamamı skandal ama tabi en fazla dikkat çekeni “Kendi memleketini savunamayan bir kitle” kısmı, ikincisi ise konuşmasındaki içkin “ben” zamiri. Hani “ben nasıl onları vatandaş kitlesi yapayım, niye yapayım?” cümlelerindeki “ben”. Daha önce bu konuya değinmiştim, devlet adına konuşmak, devlet otoritesi kullanmak, hatta devlet adına birilerinin hayatı hakkında karar vermek sözkonusu olduğunda herkesin içine kaçan o otoriter, faşizan ve devlet “ben”i. Kendi kişisel, subjektif sınırlarında başlayıp biten ama bütün millet, bütün ülke ve bütün devleti sahiplenen onun adına karar verebilen muhteşem egemen-özne. 

“kendi vatanını savunamayıp kaçan” ifadeleri üzerinden mevzu açıldığında ise birincisi, Türkiye’deki Suriyelilerin memleketlerini kime karşı savunacakları faslını aptala anlatır gibi tekrar tekrar anlatmak gerekiyor.

Anlatalım o zaman: Suriye halkı ülkeleri başka bir ülke tarafından işgal edildiği için memleketini bırakıp kaçmış değil. Onlara gelmekte olan bir düşmanın saldırılarına karşı bir süre tanındı da onlar memleketlerini işgalci bir güce terk edip kaçmış da değiller. Suriyeliler bizzat kendi başlarındaki devlet tarafından acımasızca, vahşice saldırılara ve katliamlara maruz kaldılar, evleri yakıldı, yıkıldı, insanlarının birçoğu öldü, yaralandı, kalan sağlar havadan, karadan kendi devletleri tarafından yapılan bombardımandan kaçıp canlarını kurtardılar. Savaşacakları ne bir silahları ne de karşılarında dışarıdan gelen bir düşman vardı. Kendilerini korumak durumunda olan bir ordu silahlarını kendilerine doğrulttu. Aynı ordu İran, Rusya ve ABD’den de kendi halkını katletmek üzere yardım aldı.

İkincisi, buna rağmen Suriyelilerin savaşmadan ülkelerini bırakıp geldikleri doğru değil. Yıllarca erkekleri ve eli silah tutanları bu zalim katil sürüsüne karşı kahramanca, büyük bir özveriyle savaştı ve bu savaşlarda çok sayıda şehit verdiler, yaralı düştüler, aynı zamanda Türkiye’ye karşı da bir tehdit de oluşturan PKK ve DAEŞ’e karşı da savaştılar.

Üçüncüsü ve hepsinden önemlisi: Ortaylı’nın “kendi vatanını savunamayıp kaçan” ifadesinin garip bir biçimde kendi durumuna hiç bakmayan, kendi geldiği yeri unutmuş birinin sözleri olarak fazlasıyla sırıtması.

Ortaylı’nın bir mülteci kampında doğmuş olduğunu biliyorduk ama sağolsun Yıldıray Oğur’un titiz iz sürücülüğü sayesinde birçok detaya muttali olmuştuk (Bregenz’deki bir mülteci kampından…, Karar, 17 Ekim 2023). Bizzat kendi ailesi Kızılordu’nun Almanya’nın işgali altında bulunan Kırım’a yaklaşması üzerine Nazilerle birlikte Batı’ya ve Almanya’ya doğru farklı kamplara yerleştirilen göçmenlerin arasına katılmış.  Oradan önce Graz’a, sonra İnnsbuck’a, ardından eski bir Nazi gençlik kampı olan Landeck’e geçmiş, en son da Bregenz şehrine bağlı Alberschwende’deki Nazi mülteci kamplarında kalmışlar. Annesi Şefika hanım bu kampta babası Kemal beyle tanışıp evlenmiş ve bu evlilikten kendisi 1947 yılında doğmuştur. Ailesi savaş sonrası kendilerine tekrar Kırım’a dönme fırsatı sunulduğu halde Sovyet rejiminin insafına güvenmez ve daha güvenli bir liman olarak Türkiye’ye sığınır.

Ortaylı’nın bu biyografik kökenlerine veya duraklarına temas eden Oğur haklı olarak onun mültecilere karşı çok daha empatik olması beklentisini ifade ediyor. Yıllar önce bu ülkedeki sorunun “önce gelenlerin sonra gelenlere tahammül edemeyişleri” olmasından kaynaklandığını söylemiştim ama sanırım sorun bundan da daha karmaşık. Bir defa Suriye’de “memleketini bırakıp gelme” dosyası açıldığında Suriye’yi ilk kimin bırakıp geldiği ve orayı hiç savaşmadan İngilizlere, emperyalistlere terk etmiş olduğu sorusu da sorulmak durumundadır. Doğrusu bu dosya açıldığında meşhur “Araplar arkadan vurdu, ihanet etti” lakırdılarının da neyi gizlemekte olduğu ortaya çıkmış oluyor. Hem Arapları hem Türkü kimin arkadan vurmuş olduğu o dosyanın detaylarında değil ana hatlarında bile ayan beyan ortadadır. Osmanlı 1918 yılında mütarekeden önce sadece bir ay içinde bu bölgeden anlamsız bir biçimde büyük bir hızla çekilerek bir vatan toprağı olan Levant bölgelerinin tamamını İngilizlere bırakınca buranın insanlarını da bu işgalcilerin insafına terk etmiş oldu. Bu hızlı çekiliş ve terk ediş 4 yıl süren Dünya Savaşının Osmanlı’nın yenilmesiyle sonuçlanmasının en önemli sebebidir. Orada Arapların Osmanlı ordusunu terk etmesi söz konusu bile değil, aksine Osmanlı ordusuna komuta edenlerin İngilizlerle savaşmaksızın, hızla çekilerek bütün Arap diyarlarını İngilizlere bırakmasıdır görülecek olan. Osmanlı ordusu savaşmayı göze alsaydı yanında ihanet eden Arapların yüz katı kendi saflarında ölümü göze alarak savaşacak Arapları da bulurdu elbet. Bugün Gazze’de vatanlarını nasıl savunuyorlarsa o gün de Osmanlı safında her şeyi göze alarak savaşacak bir halk vardı. Ama Osmanlı ordusuna çöreklenmiş İttihat ve Terakki subayları ile İngilizler arasındaki gizli görüşmelerin sonucu savaş meydanında değil gizli mahfillerde belirlemiş olduğu çok net görünüyor. Ve tarihte halı altına süpürülen konular eninde sonunda gün yüzüne çıkar.

Ortaylı’nın bu tarihe dair mutlaka bildiği çok şey var ama bu yaşında, bu alışkanlıklarıyla girer mi hiç bu mevzuya? Bıraktık onu, girince de “Filistinli demek toprak satan anlamına geliyordu” saçmalığını unutturacak bir hakikate vefa ortaya koyabilir mi?

İlber Ortaylı’nın aşırı bilgili olduğuna dair sanırım hiç kimsenin kuşkusu yoktur. Ama bu aşırı bilgisiyle ve kendine has üslubuyla elde ettiği otoriterliğini çok kötüye kullanıyor olduğu da çok açık. Bildiklerini gerçekten dürüstçe ve cesaretle anlatsa bugün anlattığından veya müşterisine göre pazara sunduğundan çok daha farklı bir tarih anlatacağı kesin. Ama o hiçbir zaman o riske girmedi. Bildiklerini anlatmadı, bildikleriyle kendisini ağırlayan salonlardaki, ergen başlardaki kavak yellerini, o yellerden esen iktidarı temsil etti hep. Bilgisiyle edindiği otoritesinin kendisine sağladığı iktidarı bile zahmete girip o ergenleri uyandırmak için kullanmadı. Onları uyandırıp eğiteceği yerde onların heva ve heveslerine uymanın basit ve ucuz konforuna tamah etti.

Filistinlilerin toprak sattığına dair sözler bildiği tarihten yansıyan gerçekler değil, o ergen pazarın günlük taleplerine verdiği basit işporta cevaptan ibaretti.

Kendi ailesi kendi memleketine dönme fırsatı kendisine sunulmuş olduğu halde, memleketine dönmek yerine Türkiye’ye gelmeyi tercih etmiş olduğu halde, bugün Suriyelilerin halen tam bir katliam makinası olan Esad’a güvenip geri dönmeleri gerektiğini söyleyebiliyor. Kendi ailesi hayat güvencesi vermiş olan Sovyet hükümetine neden güvenip memleketine dönmemişti? Üstelik bugün Suriyelileri ülkelerine davet eden bir Suriye hükümeti de yok. Bilakis geri dönenleri hemen mezar-hapislerine atarak en vahşi şekilde katleden rejim hala bütün tehditkarlığıyla devrededir.

Tabi Ortaylı’nın şahsında tarih bilgisinin bu kadar farklı, taban tabana zıt hikayelerin malzemesi olabilmesi, yazar ve otorite arasındaki ilişkiye dair de önemli dersler içeriyor. Üslubun, retoriğin, şahsiyetin, hakikatin içeriğini çok kolay çarpıtabilme otoritesi olarak tezahürü de modern insanın ayrı bir trajedisi.

 

 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz