İsmail Heniyye’nin cenazesinde bir İslam Birliği manzarası

İsmail Heniyye’nin cenazesinde bir İslam Birliği manzarası

Hayatın bizim için ne anlama gelmesi gerektiğine dair hayatıyla, mücadelesiyle, felsefesiyle, neredeyse bütün yakınlarının ölümüne karşı sergilediği duruşla, metanet ve sabırla ve nihayetinde kendi ölümüyle şehadet ederek muhteşem dersler veren çağımızın İsmail’inin dergahındayız.  

Hz. İsmail kurban edileceğine dair buyruğu telakki ettiğinde babası İbrahim’e “sana emredileni yap, beni ancak sabredenlerden görürsün” diyerek teslimiyetin destanını yazmıştı. Hayatı veren Allah onu aldığında ondan çok daha değerlisini verecekti, buna yakin ile mümindi. Yaratılışın tabiatına vakıf olanlar, Allah’ın yaratılıştaki sünnetine aşina olanlar için aslında bu o kadar da büyük bir sır değildir. Öbür türlüsü, hayatı bu dünyadan ibaret görenler için ölüm insanın bir şekilde yakalamış olduğu bu hayattan ibaret bütün nimetlerin sonudur. O yüzden zaferin şehadetlerle daha da yaklaşıyor olduğunu, toprağın şehit kanlarıyla sulanıp vatan olduğunu idrak etmeyenler ölümleri zayiat olarak görür. 

İsmail Heniyye aynı kişilikte hem İbrahim’in imtihanıyla hem de İsmail’in imtihanıyla sınandı ve her iki tavrın sadece geçmişe ait olmadığını çağımızın insanına muhteşem bir duruşla gösterdi. Çocukları, torunları, yeğenleri, gelinleri hepsi elinden alındığında Allah’ın hepsinin karşılığında ve hepsine daha iyisini vereceğine inandı. Sonunda kendi canı istendi, hiç tereddütsüz vereceğini söylemişti, verdi.

İsmail her zaman İsrailoğullarının hedefindedir, temsil ettiği herşeyle birlikte. İsmail babasının üvey oğludur onlara göre. Yersiz ve zamansız gülmüştür: Kitab-ı Mukaddes’in Yaratılış bölümünde şöyle geçer olay: “Ve çocuk büyüdü, ve sütten kesildi [...] Ve Sara Mısırlı Hacer 'in İbrahim’den olma oğlu İsmail’in güldüğünü gördü Ve İbrahim’e dedi: Bu cariyeyle oğlunu dışarı at; bu cariyenin oğlu benim oğlum İshak’ın mirasına ortak olmasın” (Yaratılış, 21: 9-10).

Daha önce de yazmıştım, olayın tam olarak nasıl olduğuna dair İslami kaynaklarda bildiğimiz kadarıyla net anlatımlar yok. Ama Kitab-ı Mukaddes’teki bu anlatım İsrailoğulları için kategorik bir ayırım oluşturmuş. Yeni doğmuş bir çocuğun sırf güldü diye bu kadar büyük bir cezaya reva görülmesindeki adalet(sizlik) boyutu hiçbir zaman gündeme gelmemiştir. Oysa buradan Yahudi-Hıristiyan geleneği içinde biraz etik ve adalet kaygısı ne tartışmalar çıkarmış olurdu.

Bu arada İshak, ismini annesinin yüz yaşındayken doğuracağı müjdesini aldığı için, bu müjdeyi bir şaka zannedip gülmesinden almıştır. İçinde sadece İshak’ın güleceği bir hikayedir İbrahim oğullarının hikayesi. Oysa İsmail’in gülüşü bu hikâyede bir sınır aşımıdır. İsmail’in gülmesi gerekmiyor, hatta hiçbir zaman gülmemeli. Onun veya onun neslinden gelenlerin gülüşü İsrail’in sinirini bozan, sınırı aşan bir eylemdir. 

Sadece bu değil tabi. İsmail üvey evlattır, Filistin’dir, hem gülme hakkına sahip değildir hem de bu topraklara varis olma hakkı yoktur. Onun toprağı da evlatları da canı da malı da kendisine ait değildir. El konulabilir, öldürülebilir, yok sayılabilir. 

 Oysa İsmail Allah’ın sevgili kuludur, kardeşi İshak ile birlikte. Ama bu imtihanda ona özel bir rol yüksek bir görev verilmiştir. Ödediği bedel, aslında onun için Allah’a ait olan canın Allah’a emanet olarak tam bir teslimiyetle tevdi edilmesidir. Bu şuurdur İsmail’i İsmail yapan. Kendisine verileni kendinden bilen cahiller ne bilsin bunu? İsmail’in fidyesini İbrahim’e ve bütün insanlığa onu o çetin imtihandan geçiren Allah bizzat gönderdiği koçla ödedi. Herşey Allah’a ait çünkü, can da onun bedeli de fidyesi de. İsmail kurban edilmiş olsaydı dahi vereceği can ona değil Allah’a aitti.

İsmail Heniyye’nin ödediği bedelin, teslim ettiği emanetin Allah nezdinde karşılıksız kalmayacağına inanmış müminler, 3 Ağustos günü onun vefat etmeden önceki çağrısını bir vasiyet bilip Türkiye’nin her şehrinde ve dünyanın bir çok merkezinde meydanlara koştular, haykırdılar: Bir İsmail Heniyye ölür, binlercesi dirilir, hepimiz İsmail Heniyye’yiz! Soykırımcı İsrail ne yaparsa yapsın, kendisine Allah’ın vaat ettiği bir toprak yok, sadece azgınlık yaptığı ve bu azgınlığıyla kendi sonuna doğru koştuğu bir toprak var. O soykırımın sınırsız destekçisi ABD ve sınırsız suskunlukla destek olan Arap liderleri, bu suçların tamamının ortaklarısınız!  

Doha’daki cenaze namazı ve defin de görmek isteyenler için büyük ibretler, büyük dersler barındırıyordu. İslam dünyasının her tarafından, Endonezya, Malezya, Mısır, Bosna, Arnavutluk, Fas, Cezayir, İran, Afganistan ve Pakistan’dan katılımcılar İsmail Heniyye’nin kişiliğinde tam bir İslam Birliğini temsil ettiler. Tabi liderlerinden bağımsız bir İslam halkları birliği. Halimizin resmi olarak. Baştan itibaren direnişe en samimi ve en güçlü desteği vererek ev sahipliği yapmış olan Katar da olmasa devlet düzeyinde Araplar yoktu. O yüzden Filistin davasının bir Arap davası olmaktan ziyade bir İslam davası olma keyfiyeti bir kez daha ayan beyan tezahür etti. 

Cenaze namazında bizzat hazır bulunan Katar Emiri’ninse kefiyesinin üzerindeki siyah agelini takmamış olması çoğu kişinin dikkatinden kaçmıştır. Cenaze veya taziyelerde müteveffanın en yakınları agel takmazlar, bununla Katar emiri zarifçe taziyenin sahibi olduğunu söylemiş oluyordu. Cenazede Hamas’ın Heniyye’den önceki Siyasi büro şefi ve şimdi de hareketin en güçlü isimlerinden Halit Meşal yaptığı konuşmada bilhassa Katar Emiri’ne ve başından beri kendilerine en büyük desteği vermiş olan babasına çok güçlü bir teşekkür etti.

Cenaze törenine Türkiye çok üst düzey bir katılım gösterdiği dikkatlerden kaçmadı. TBMM Başkanı Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Dışişleri Bakanı ve Yardımcıları, Siyasi Parti Genel Başkanları ve çok sayıda milletvekilinin yanısıra çok sayıda Sivil toplum gönüllüsü de katılımda bulundu. Böylece Türk halkının her renginin bir İslam davası olarak Filistin mücadelesinde konumlarını bildirmiş oldular.

 

***

Cenaze esnasında, İsmail Heniyye’nin şehadetinden itibaren herkesin aklına düşen ve akıldan hiç çıkmayan soru bu suikastin İran’da yapılmış veya yapılabilmiş olmasıydı. Daha birkaç ay önce hareketin en önemli şahsiyetlerinden, hatta Kassam Tugaylarının kurucularından Salih el-Aruri’nin de Beyrut’ta, Dahiliye banliyösünde, yani İran’ın vekil askeri gücü sayılan Hizbullah’ın kontrolündeki bölgede İsrail’in kalleşçe saldırısına maruz kalıp şehit olması da bu soruyu daha da kışkırtıyor.

Her ikisinde saldırının aynı zamanda İran’a da yapılmış olduğu çok açık. Misafirlerini koruyamayan İran’ın saygınlığına, imajına, karizmasına büyük bir darbe vurulmuş olduğu çok açık. İran’ı bu saldırılardan sorumlu görenlerin ilk görmeleri gereken şey bu tabi. İsrail’in bu suikastların mekanını tam da bu ve müteallik başka mesajları vermek üzere buralarda seçmiş olması da kuvvetle muhtemeldir. Tabi Hizbullah’ın Suriye’de, İran’ınsa Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de şimdiye kadar döktüğü Müslüman kanının bu vesileyle sürekli hatırlanmasının önüne de kimse geçemez. Hamas’a verdiği destek ile bu bölgelerde uyguladığı Şii-merkezli politikaların beraberinde getirdiği Sünni katliamlarının günahı silinebilir mi sorusu hiçbir zaman silinmiyor. Üstüne şimdi bu liderlerin kendi evinde düşmanınca da olsa şehit edilişi karşısında İran’ın üzerine çok daha fazla yük binmiş olduğu da çok açık. Bakalım bu iş nereye doğru gelişecek? 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz