Irkçılığa Karşı “Tezkire”: Cahiliye, Skandal, Tehdit

Irkçılığa Karşı “Tezkire”: Cahiliye, Skandal, Tehdit

Irkçılık bugün geldiği nokta itibariyle aydınlanmacı, eşitlikçi, hümanist iddialarla yola çıkmış modernliğin tek kelimeyle en büyük skandalıdır. Ancak bu skandal modernliğin ırkçılığa karşı iddia ettiği bir çözümün etkisiz olmasından kaynaklanmıyor. Modernliğin ya iddialarının boyundan büyük olduğunun ortaya çıkmış olmasından veya bu iddialarının altına farkında olarak veya olmayarak çok daha derin ırkçılıklar gizlemiş olmasından kaynaklanıyor.

Son zamanlarda modernliğe atfedilen en büyük özelliklerden biri de kendisinin farkında olmak, kendi üzerinde düşünebilmesidir. Sanki başka medeniyetler, başka milletler bu özellikten hepten yoksunmuş gibi. Adına öz-düşünümsellik (self-reflexity) dedikleri bu özelliği bile modern insan kendisini başkalarından üstün görmenin ve göstermenin vesilesi olarak kullandı. Başka milletler, mesela Doğulular yaparlar, ama yaptıklarının farkında olmazlar. Biz ise hem kendi yaptığımızın hem “onların” yaptığının farkında oluruz.
Pozitivist bilim Batılı insana veya kendini Batılı gören sömürgeleşmiş insana bu duyguyu fena halde kazandırıyor. Böylece hümanist iddialarla, eşitlik ve insan hakları iddiasıyla konuşan bir bilim insanını ırkçılık virüsü iflah etmez bir biçimde yakalayıp esir alır. Sorsan bunun farkında değildir. Hatta farkında olmadığının da farkında değildir. O yüzden bal gibi ırkçılık yaptığını gördüğünüz insanların büyük çoğunluğu ırkçı olmadıkları iddiasındadır. Çünkü farkında değillerdir, çünkü kendilerini bilmezler. Kendilerini bilmedikleri gibi başkasını da bilmezler, kendilerini yoktan yaratmış olan, övündükleri özellikleri, kanlarını, canlarını, ırklarını bütün özellikleriyle kendisine vermiş olan Allah’ı ise hiç bilmezler. Bilseler zaten oluşumunda hiçbir katkıları bulunmayan, tamamen kendilerine verilmiş olan bir özellikleri dolayısıyla böbürlenme cehaletine kapılmazlar.
 
Irkçılığı ifade edebilecek belki en güzel kelime “cehalet” olsa gerek. Cahildir ırkçı. Üstünlüğünü iddia ettiği şey kansa, bu kanın hiçbir özelliğinin olmadığını bilmeyecek kadar cahildir. Fiziksel özellikleriyse, doğduğu yerse, cinsiyetiyse, hangisiyse bunları kazanmakta hiçbir çabası olmadığı noktasından hareketle aslında bırakın herhangi bir başka insandan, herhangi bir hayvandan veya nesneden farksız olduğunu görmeyecek kadar gözü kördür.
İnsanın kendisine “verilmiş” olan özellikleri dolayısıyla başkalarından üstün olduğunu iddia etmesi düşüklüktür aynı zamanda. Bunu insanlık tarihinde ilk yapanın İblis olduğunu biliyoruz. İblis ateşten yaratılmış olmak dolayısıyla topraktan yaratılmış olan Âdem’den üstün olduğunu iddia etmiştir. Oysa onu ateşten, Âdem’i de topraktan yaratan Allah onlara farklı roller yazmıştı. Kendilerine yazılmış olan rol için uygun olup olmadıklarını ikisi de Allah’tan daha iyi bilemezlerdi. İblis’in bilgiden yana bir sorunu yoktu. Olabildiğince bilgiliydi ama bilgisi onu bu cehalete düşmekten kurtaramadı.
Bugün insanlık tarihinde kaydedilmiş muhtemelen en büyük bilgi birikimi, dolaşımı ve kullanımı söz konusu. Irk gerçeği hakkında olabildiğince nesnel, bilimsel bilgiler mevcut. Irkın bilimsel bir temelinin olmadığı, onun sosyal ve siyasi olarak icat edildiğine dair kesin bilgiler mevcut, ama insanlar yine de tapınacakları bir put peşinde koşmaktan vazgeçmiyor. İnsanlar bunca bilgiye rağmen, bu cahiliyeye düşmekten kendilerini alıkoyamıyor ve sonuçları bütün insanlık için vahim oluyor. Bugün İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığı soykırımdan yana hiçbir vicdani rahatsızlık duymuyor olması ırkçılığından geliyor. Batı dünyasının da bu soykırım karşısında bütün kriterlerini bir kenara bırakması ırkçılık virüsünün bütün değerlerini işlemez hale getirmesinden, aklını almış olmasından geliyor. Batı’nın o aydınlanma banyolarında yıkanmış aklı ırkçılık gibi olabildiğince arkaik bir cahiliye batağına saplanıp gidiyor.
 
Üç aylık düşünce, siyaset ve sosyal bilim dergisi Tezkire’nin son sayısı tam da bu arkaik hastalığı resmetmek üzere “Irkçılık: Hiçbir Bilgiyle Giderilemeyen Cahiliye” başlığı altında çıkmış. Irkçılığın türlü türlüsünden mustarip olduğumuz bugünlerde, bilgiyle giderilemeyecekse de bir “tezkire” tonlamasında hitaplara, hatırlatmalara, uyarılara, vaazlara ihtiyacımız var. Tezkire kendince bu hatırlatmaları ve uyarılarıyla takdim ettiği çalışmalarla, makalelerle, kitap tanıtım yazılarıyla yapmaya çalışmış.
Yunus Badem’in genel yayın yönetmenliğinde yayınlanan derginin bu sayısının editörlüğünü dosyada “Kolonizasyon, Batı Irkçılığı ve Afrika’da Kimlik Bunalımı: Melez mi, Madun mu, Öteki mi?” başlıklı makalesiyle de yer almış olan Ufuk Nejat Taşçı yapmış. Yazısında Afrika’da dekolonizasyon dönemi sonrasında ortaya çıkan kimlik bunalımlarını, post-kolonyalizm diye bir mefhum olmadığı gerçekliği üzerinden izah etmeye çalışıyor Taşçı. Dergide Mahmut Hakkı Akın’ın makalesi, Amerikan sosyolojisinin kurucularından W. E. B. Du Bois’in “göçmen karşıtlığı ve ırkçılık karşısında katkılarını” ele alırken tezkire.net‘teki parlak yazılarından tanıdığımız Sümeyye Sakarya dosyada “Irk-Sonrası Bir Dünyada Kamusal Alandan Soykırıma Öteki ve Modernleşme” başlığı altında bir makaleyle yer almış. Mustafa Demirci, ırkçılığa dair Joseph Arthur de Gobineau’nun argümanlarını, düşüncelerini ve ırkçılığın gelişmesindeki etkisini sorgulayarak günümüz ırkçılığının temellerini ele alıyor. Nadiya N. Ali, Lucy El-Sherif ve Hawa Y. Mire’nin “İslamofobi ve Beyazlığa Yakınlıklar: Kahverengi Müslüman Konusu Dışında Örgütlenmek” başlıklı yazısı, ırkçılığın İslamofobi olarak tezahürleri üzerinde duruyor. Aydın Aktay’ın makalesi ise tüketim kültürünün hayatın önemli bir parçası haline geldiği günümüzde, Kızıl Goncalar isimli dizideki söylemlere yol açtığı duygular ve düşünceler üzerinden farklı bir ışık tutuyor. Şahika Akın’ın makalesi ise Türkiye ve Almanya’da göçmen karşıtlığı ile bilinen iki siyasal partiyi kuvvetli bir şekilde karşılaştırarak kıymetli bir katkı sunuyor.
Kamil Ergenç’in “Kanı Merkeze Alan Politik Kültürün Karakteristiğine Dair” başlıklı yazısı olabildiğince uyarıcı sorularla başlıyor: “Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarma kudretinin kanla ilişkilendirilmesi hangi amaca matuftur? Ulus kanda mı dilde mi tecessüm eder? Kan, karakteri belirler mi? Öyleyse kan nakli aynı zamanda karakter nakli anlamına mı gelir? Kan vermek/kan almak basit bir tıbbi eylem olmanın ötesinde bir şey midir? Örneğin bir Müslüman’ın kanını bir putpereste verdiğimizde o da Müslüman mı olur? Ya da tam tersi…”
 
Şimdi söyleyin bakalım “aynada iskeletini görmeye kadar varan kaç, kaş kişi var şunun şurasında?” (İsmet Özel’e selam ile) Türk milliyetçiliğinin Siyonist öncülerinden Moiz Kohen nasıl bir kan taşıyordu?
Sıbğatullah Kaya’nın “Kaygan Bir Zemin; Millet ve Milliyetçilik” başlıklı yazısı ile M. İhsan Özdemir’in, Bekir Berat Özipek ile yaptığı bir söyleşi de bilhassa Türkiye’de göçmen karşıtlığı olarak nükseden bir söylemin ırkçılığa dönüşmesi üzerine oldukça uyarıcı, akılcı ve uyandırıcı analizler ortaya koyuyor. Özipek’in başlığa taşınan “Mülteci Düşmanlığı İktidar Getirmeyecek” sözü sadece ırkçı söylemlere tamah edip iktidar yolu arayanlara değil, aynı zamanda bu yolda bir şeyler kaybettiği zannına ve üzüntüsüne kapılan iktidara da bir uyarı niteliğinde.
Derginin son kısmında Emine Çift, İlhan Bilici ve Esra Sekiz’in ırkçılıkla ilgili kitap tanıtımları var. Guido Barbujani’nin “Irkların İcadı-Irkçılığa Karşı Bilim” kitabını değerlendiren Çift’in yazısının son sözleri çağımızın içinden geçtiği akıl tutulmasından çıkabilmesi için çok sarsıcı bir soru: “Farklılıklarımızı ortaya çıkarmak için harcadığımız gayretimizi, benzerliklerimi ortaya koymak için harcamış olsaydık dünya nasıl bir yer olurdu?”
 
 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz