Hume Sarkacı ve Calvary Filmi Eşliğinde Dindarlık ve Sekülerlik Tartışmaları

Hume Sarkacı ve Calvary Filmi Eşliğinde Dindarlık ve Sekülerlik Tartışmaları

Sekülerleşme dinamiklerini modernleşme süreçleri ve onun ürünü olan endüstri devrimiyle, teknolojik gelişmelerle ve kentleşmeyle açıklayan kuramlar çok uzun zamandır oldukça yaygın ve makbuldür. Hatta yerleşik bile kabul edilebilir. Bu kuramlar ışığında sekülerleşme, evrimin doğal bir sonucu olarak, düz, lineer bir hat izler ve süreklidir. Buna göre dünyanın içinde yaşadığımız bu zaman diliminde artık dine, dindarlığa ait bir emarenin bile kalmaması gerekiyordu. Fakat sekülerleşme sürecinin bu öngörü ya da beklenti doğrultusunda ve bu şekilde işlemediğini gördüğümüz pek çok tecrübeye şahit olduk/oluyoruz da. Dünyanın, gerek İran Devrimi ile gerekse Afganistan, Mısır, Türkiye tecrübeleriyle ki, bu örnekler çoğaltılabilir, aksi bir seyir izlediği bile söylenebilir. ABD ve Latin Amerika'da dönem dönem yükselen dindarlık, muhafazakarlık biçimleri ile de bu öngörü ve beklentilerin aksine bir manzara mevcuttur.
Dolayısıyla, klasik lineerci, sekülerleşme tezi artık pek de güven vermemektedir. Bugün, bir din devleti görünümü ile siyasetini, işgal stratejilerini, soykırımlarını kutsal kitabına referansla belirleyen bir terör devletine dönüşmüş İsrail gerçeği var karşımızda ve ona karşı din, Kur'an motivasyonu ile direnen bir Filistin/Gazze halkı gerçeği de var. Bu yüzden tarihin ilerleyen aşamalarında dine ve dindarlığa bir son biçen eskatolojik tezlerin aksine küresel çapta artan/ artacak olan din/dindarlık hassasiyetlerinin uluslararası tüm siyasetleri üretmede
belirleyici olacağına dair kanılar da oldukça güçleniyor. Öyle ki bu hassasiyet, Ortadoğu’da tüm ulusları, devletleri bir dinler savaşında karşı karşıya getirecek bir Armageddon inanışını da güçlendiriyor. Amerika Evangelizmi uzun zamandır çok seküler görülen ABD siyasetinin strateji kaynağını ve İsrail siyonizmini besliyor.

20.Yüzyılın başında laikleştirilen ve böyle kalmaları teşvik edilen ülkeler ise halklarını bu konumda tutmakta artık oldukça zorlanıyorlar. Küresel kültür endüstrisi marifetiyle İslam dünyası denilen bu ülkelerin halklarını sekülerleştirme projeleri de en güçlü bir şekilde tedavüle sokulmaktadır.[1] Bu çabalar, ülke yönetimlerince zapturapt altında tutulması artık zorlaşan mütedeyyin halkların sekülerleştirici stratejiler ve enstrümanlar yoluyla ve küresel çapta kontrol edilmesinin son bir yolu olarak görülmektedir. Küresel çapta örülen haberleşme ağları, internet, kablolu tv'ler, sinema ve popüler kültür üretim araç gereçleri bu yolda ve bu amaç için çalışıyor. Netflix, Exxen tarzı platformlar tüm güçlerini belli bir merkezden üretildiği artık malum olan bir kültür endüstrisi marifetiyle bu uğurda harcıyorlar.

İslamofobia üretiminde tedavüle sokulan bu aygıtların üretimlerinin tümünde Din/İslam korkusu (fobia) üretme amacı göze çarpmaktadır. Bir taraftan kafa kesen DAEŞ, üzerinden üretilen İslam/ Müslüman imajı diğer taraftan Üsame Bin Laden’e ihale edilen 11 Eylül komplosu ile bu korkuyu küresel çapta yayma amaçlı filmler, diziler, belgesellerle toplumların dinden, dindarlıktan özellikle İslam’dan uzaklaşmasının dolayısıyla sekülerleşmesinin önü açılmaktadır. Diğer taraftan da Neo-liberal düzenin itikatları olan cinsiyetsizlik ya da cinsel devrim ideolojisinin yansımaları olan lgbt veya toplumsal cinsiyet eşitliği tarzı kabuller müstahkem hale getirilmeye çalışılmaktadır. Özellikle gençlerin inanca taalluk eden kabullerini aşındırmak, erozyona uğratmak konusunda sosyal mecralar da bunlarla birlikte çok etkin bir biçimde kullanılmaktadır.

Son dönemlerde özellikle gençler arasında artan agnostik, deistik, ateistik eğilimleri bu çabalarla ilişkili kılmak belki de mümkün. Fakat uzun vadede bunun sürdürülebilirliği meselesi ise bunun yönetildiği merkezler için ayrı bir sorun üretiyor. İşgaller, sömürüler için elverişli zeminler oluşturmayı hedefleyen bu en az iki yüzyıl boyunca süren seküleştirici çabalara ve stratejilere rağmen özellikle Ortadoğu halklarının istenen kıvama getirilip getirilemediği sorusu son Gazze ve bir öncesinde Mısır'da İhvan, Afganistan'da Taliban örnekleriyle cevabını bulmuş görünüyor. Üstelik İsrail soykırımı, bitti artık, sekülerleşti denilen batı toplumlarının vicdanını da harekete geçirtip dine ve özelde İslam'a karşı ciddi bir ilgiyi ve merakı kışkırtmakla kalmıyor, Ortadoğu halklarının da inançlarına karşı aidiyetlerini müstahkem hale getiriyor. Yani kısaca sekülerleşmenin evrimci, lineerci klasik tezi her taraftan dökülüyor.

Bir taraftan sekülerleşmenin, modernleşme süreçleri ile kaçınılmaz bir kader gibi sunulan ve adına evrimci karakter denilen bu tezlerin; zorlayıcı, dışarıdan müdahalelerle doğal ve kaçınılmaz olma özelliklerine gerçekte sahip olmadığı artık iyice anlaşılıyor.
Bütün bunların yanı sıra ve en önemlisi de dindarlık biçimleri ve dini referans alan yaşam kabulleri tüm bu sekülerleştirici süreçlere, bunu üreten tüm stratejilere rağmen halen hayatta nasıl kalabiliyor ve bu nasıl mümkün olabiliyor? Sorularının cevabı da burada saklı gibi duruyor.

Dindarlaşma ve Sekülerleşme arasındaki ilişkiyi en verimli işleyen metaforlardan biri de Hume'un Sarkaç metaforudur. Sekülerlik ve dindarlığın bireysel, toplumsal ya da küresel boyutta bir sarkaç tarzında işlediği, hüküm sürdüğü iddiası ile bu konuda verimli bir bakış açısı üretecek niteliği ile harika bir enstrüman. Dindarlaşma ya da sekülerliği tek boyutlu ve namütenahi bir şekilde ele alan yaklaşımların aksine bu metaforik tez, olan biteni sanki daha iyi açıklar mahiyettedir. Dindarlık ve sekülerlik tartışmalarına bu metafor eşliğinde, gündelik hayattan; bireysel, toplumsal, küresel örneklerle destekleyerek katkılar yapılabilir. Bunu yaparken, aynı zamanda Berger'in Batı tarih anlatısında artık neredeyse yerleşik hale gelmiş lineerci sekülerleşme tezini tersinden gösteren tarih okumasına değinerek de alternatif bir tarih okuması önerilebilir.

Peki, sekülerleşmenin ya da dindarlaşmanın kendisi bizatihi iyi ya da kötü bir şey midir?

Dindarlığı sekülerliğe karşı konumlandıranların her tür dindarlığa olumlu anlam yüklemelerinin sorunlu noktaları da vardır. Buna göre bazı dindarlık örneklerinin üretebileceği sorunlar unutulmaktadır. Hele etnisite ile birleşen dindarlığın İsrail örneğinde ya da Budist/Hindular eliyle Myanmar'da ne tür vahşetler üretebileceğine şahit olduğumuz şu süreçte. Daeş, El kaide, Taliban, Boko Haram, Haşdi Şa’bi; geçmişte de haricilik tarzında ortaya çıkan veya Pers şiiliği ile beraber yürüyen dindarlıkların ürettiği türlü sorunlar da buna göre her daim hatırlanmalıdır.

O halde, iyi-kötü dindarlık varsa iyi-kötü sekülerlik de mümkün pekala. Dindarlaşma ya da sekülerleşme süreçlerinin doğal akışında seyreden bir sarkaç var, Hume'un sarkacı gibi. Fakat bu sarkaç perspektifi de her yozlaşmayı, hatayı veya suçu; sarkacın ürettiği kaçınılmaz bir kader olarak değerlendirmeyi mümkün hale getirme riski de var.

Dinler dindarlık hedeflemez mi?

Sarkaç perspektifi aynı zamanda hep dindar ya da hep seküler toplum diye bir şeyin mümkün olmadığını göstermektedir. Bu da ana havası, iklimi din ya da sekülerlik olan toplum inşa etme çabalarının çoğunu anlamsızlaştırıp böylesi bir toplum projesini imkansız addetmeyi beraberinde getirmiş oluyor. Bu anlayışın, her daim olan biteni olduğu gibi  kabullenip, olumsuz gidişata müdahil olmamayı salık vermesi riski de muhtemeldir. Her tür ıslahatçı ya da müdahaleci  çabayı, stratejiyi gereksiz görmeyi de.

İslam'ın ana hedefi; havası, iklimi dindarlık olan bir toplumsal ortam zemin oluşturmaktır. Bu toplumda iklime, havaya ters yaşantılar, düsünceler, örneklerin her daim görülmesi mümkündür. Bunun görüldüğü durumlar bir sekülerleşme işareti mi yoksa sadece arızi bir durum olarak mı değerlendirilmelidir? Tersi de aynı. Ana iklimi, havası, zemini sekülerlik olarak inşa edilen günümüzdeki liberal hayat tarzının hakim olduğu toplumsal düzlemde görülen dini yaşantı ve nişanelerin artışı da bir dindarlaşma işareti olarak mı yoksa arızi bir durum olarak mı görülmelidir?  Bu tip işaretleri, aceleci bir değerlendirme ile ele alan sosyal bilimciler açısından bunları genellikle toplumların dindarlaşması ya da sekülerleşmesi olarak görmek gibi aceleci çıkarımlar yapmayı kışkırtan bir anlayış söz konusudur. Reaksiyoner, duygusal bu tarz yaklaşımlar bu anlamda gerçekçi analizler yapmanın önünü de kesmektedir. Bu yüzden bu tip işaretler karşısında gösterilen “din elden gidiyor ile gericilik/İrtica geliyor…”tarzı feryatlar birbirine karışmaktadır.

Toplumların sekülerleşmesine işaret eden hususlarla ilgili aceleci, indirgemeci bir çıkarım örneği olarak Abdurrrahman Arslan’ın vaktiyle dile getirdiği bir görüş çok açıklayıcı olacaktır.

Abdurrahman Arslan;

"Bir dini yaşama biçimi özel günlerde ve gecelerde yoğunlaşıyorsa, aslında sekülerizm devam ediyor demektir. Bu demektir ki, din bir bakıma hayatın tüm alanlarından çekilerek belli günlere, belli zamanlara da teksif edilmektedir. Orada da toplum bunun böyle yaşandığında dindar, dini vazifesini yerine getirdiğine inanarak bir bakıma da mutmain olmaktadır. Getirdiği psikolojik şey de budur. " diyor.

Arslan’ın bu görüşü artık görmeye iyice aşina olmaya başladığımız halk dindarlığına üstten bir bakışı yansıtan bir örnektir. Son zamanlarda çok sık rastlanan, halk İslam’ına mesafeli, bu mesafeyi koydukça elitist bir kibri besleyen ve devamında jakobenist müdahaleleri getiren bir bakıştır bu bakış. Anlamak yerine yargılamak merkezli bu bakış açısı hiyerarşik olarak kendini kirden pasaktan azade kılan bir konfor da üretiyor. Pek çok aydında görmeye artık aşinayız bu bakışı. Oysa, yüzlerce yıldır bu halk dindarlığını böyle yaşıyor. Kandillere, kutsal addettiği günlere, gecelere, cumalara düşkün. Bu yeni bir durum değil, sekülerleşmenin, modernleşmenin bir sonucu da değil. Bunu sekülerleşme göstergesi olarak görme aceleciliği var bu tespitte. Oysa bu durumun, sosyokültürel arka planı daha derin. Bu durum, Türk Tarzı Müslümanlığın kadim bir göstergesi olarak görülürse ve böylece anlaşılmaya çalışılırsa belki "eyvah, din elden gidiyor..." tarzı bir feryattan daha gerçekçi ve derin analizlere geçişimiz mümkün olabilir.

Seküler dünya için ortaya konulan "Ruhsuz dünya ve büyüsü bozulmuş dünya" söylemlerinin bizleri metafizik, mistik, gizemli bir dünya idealine zorladığını, gerçekte İslam’ın gerçeklikten kopuk bir dünya tasavvurunun ve idealinin olmadığını hatırlamamız gerekiyor. Bu tarz ruh ve büyü eksikliğine dair söylemlerin, uçan kaçanlara, doğanın işleyişine aykırı irrasyonel kişi ve kişiliklere, düşünce ve tavırlara rağbet edilecek bir zemini beslediğini de.

Batı dindarlığını besleyen büyü, hortlak, hayalet tarzı durumların sekülerleşme ile birlikte artık geride kaldığını görüyoruz. Aynı durumu, sekülerleşen Müslümanın hayatından eksilen bazı manevi kavramların, İslam dünyası için de bir dünyevileşme işareti olabileceğini düşünebiliriz. Kader, nasip, kısmet, kanaat, tevekkül, şükür, hamd v.s gibi kavramlarla içkin bir din dilinin sekülerleşmeyle birlikte rasyonel bir dile evrilmesi ve bilinçlerin bu şekle bürünmesi halleri ve tüm bu durumlar gerçekten sekülerleşme emareleri olarak okunabilir.

Bu arada dindarlık sekülerleşme dikotomisine dair en ciddi malzemeyi yine de geleneksel tezlerin verebildiği de bir gerçek. Hakikaten modernleşmenin doğal sonucu olan göç, kentleşme olguları kent yaşamının ürettiği bireysel bilinçle beslenince ortaya dinden maneviyattan, gelenekten kopan bir birey tipini üreten bir düzlem/habitus çıkarmaktadır. İşte bu düzlemde bireyin sekülerleşmesi neredeyse kaçınılmaz olmaktadır. Fakat ilginç ve merak konusu uyandıran durum, tüm bu kaçınılmaz gibi görünen ve neredeyse bir itikat derekesinde inanılan sekülerleşme ile sonuçlanması düşünülen bu süreçlerin öngörülemeyen bir şekilde artık geride kaldı diye düşünülen dindarlıklara/muhafazakarlıklara/Milliyetçiliklere bir anda kapıları açıyor olmasıdır.

Liberal Dünyada Dinin Hali Pürmelalini Anlatan Bir Film: Calvary (İtiraf)

Malinovski'nin, Durkheim'ın dinin toplumsal hayattaki görünümünü ve etkilerini ilkel topluluklar üzerine yaptıkları antropolojik araştırmalarla ortaya koyma çalışmaları din sosyolojisi alanı üzerindeki çalışmalara da esin kaynağı olmaktadır. Türk Sosyolojisi için de Ziya Gökalp'in Türk tarihinin kültürel dinamiklerini dinin kültürel görünümleri üzerinden İslam öncesine ve sonrasına hasrettiği çalışmalar da hatırlanabilir.

“Calvary” filmi bu anlamda dinin Neo-liberal dünyadaki hali pürmelalini yansıtması açısından geçmişten değil şimdi ve gelecekteki vaziyetini öngörme imkanları sunan malzemeleriyle oldukça dikkat çekicidir. Bu noktada bu filmin zikredilen çalışmalardan en büyük farkı da ileri addedilen modern medeniyet içinde ve zamanında dinin pozisyonunu, etkisini gündelik hayattaki karşılığını göstermesidir.

Neo-liberal dünyanın geleneksel kurumlar ve toplumsal değerler sisteminde yarattığı tahribatların, gündelik hayatlarında bireylerin psikolojilerinde oluşturduğu sorunların anlatımı Calvary filminde iyi bir senaryo ve oyunculuk performansıyla birleşince ortaya da din sosyolojisi kürsülerinde gösterime elverişli ve işlevsel bir ürün çıkmış oluyor.

Neoliberal Habitus'ta Dinin ve Dindarlığın Geleceği

"Calvary" enteresan bir film. Ülkemizde, "İtiraf" adı ile gösterime girmiş bu filmde hayranlık uyandırıcı derinlikte diyaloglar var. Bu filmde, bir yandan modern dünyada Hıristiyanlığın geçirdiği yozlaşma, kilisenin kokuşmuşluğu anlatılıyor öte yandan, dürüstlüğü ve samimiyetiyle ayakta kalmaya, dini hayatta tutmaya çabalayan bir pederin portresi yansıtılıyor. Din sosyolojisi ile ilgili çalışmalara referans gösterilebilecek bir film. Orjinal adı "Calvary" olan film, bir İrlanda yapımı.

Karısını kaybettikten sonra kiliseye adadığı ömrü ile yaşlanmak üzere olan Peder; görev yaptığı kasabada sevilen, sayılan, hazır cevaplılığı, zekası ve nüktedan kişiliği ile oldukça karizmatik bir tip. Yeşilçam filmlerindeki bildik tiplemelerin aksine, karşımızda çirkin suratlı, ahlaksız köy imamı yok ve üstelik bu Peder, oldukça sempatik ve karizmatik.

Film, modernleşme, sekülerleşme süreçlerini azdıran liberal öğretilerin ve hayat tarzlarının, dinin gündelik hayata etkisini nasıl zayıflattığını anlatıyor. Ötenaziye, eşcinselliğe, kadın şiddetine; alkolizm, madde bağımlılığına, fuhuş ve pedofili gibi sapkınlıklara din adamlarının etkisiz, pasif yaklaşımının muhasebesi de var bu filmde. Din adamlarının ve kilisenin eksik ve yanlış rol modelliğinin bu zayıflamadaki rolleri ile de hesaplaşılıyor. Sorunu salt şartlara da bağlamıyor. Suçu, suçluyu sadece dışarıda aramıyor. Kilise kurumunun arka planındaki çarpıklıklar, kirli para ve yönetimi ile çürüyen bir toplumda kilise kurumunun sadece bağış toplayan yüzünün halktaki olumsuz algısı cesaretle işlenmiş. Günah çıkartma usullerinde mahremiyetin sınırları ve kilisenin modern hukuk ile sınırlandırılan müdahale gücü tartışılıyor.[2]

Film, sekülerleşmenin kilise kurumu ve aktörlerine, onların işlerini icra etme tarzlarına etkilerini dolaylı olarak anlatırken, bunu rahatsız edici bir şekilde, doğrudan, didaktik bir tarzla da yapmıyor. Filmin bu yönüyle İzleyiciyi, seçimleri ve algısıyla başarıyla baş başa bırakan bir havası var. Kilisenin kurumsal olarak özel hayatlara müdahil bir görüntü vermek istememesi ve bundan dolayı da kolunun kanadının kırıldığı hissiyatı, inançlı Peder'in çaresizliği üzerinden yansıtılmış.

Bu arada, liberal, seküler habitus ortamına uygun yetişmiş yeni tip rahiplere Peder'in kızının tepkisi oldukça akılda kalıcıdır: "-Rahiplerin geleceği bunlar mı baba?".  Liberal değerlerin hakimiyetinin, kiliseyi ve din adamlarını nasıl pasifize ettiği, olan biten karşısında da insanların sadece tavsiyelerle ya da itiraf kültürü ile bunu nasıl meşru görmeye başladıkları filmdeki bazı enstantanelerle ustaca yansıtılmış. Kendi kızının intihar meyline ve bunalımlarına çare olamayacak denli çaresiz bir peder portresi üzerinden “din ne işe yarar?” Sorusu etrafında dönen bolca diyaloglar var.

Bir papazın pedofilisine uzun yıllar maruz kalmış ve bunun intikamını temiz, dürüst bir rahip öldürerek almak isteyen gizemli bir katilin bunun için seçtiği bizim Peder'i bir hafta içinde öldürme tehdidi ile başlayan film, bu bir haftada Peder'in ontolojik hesaplaşmaları ile ilerliyor.

Bu süreçte Peder, inançlısından ateistine; eşcinselinden katiline birçok tiple varoluş, Tanrı, irade, kader gibi konular üzerinden iyi düzenlenmiş diyaloglarla tartışmalar yapıyor ki, gerçekten bu diyaloglar filmin en güçlü tarafı.

Sonuç Olarak;

Filmin ülkemizdeki dini temsil eden kişi ve kurumlara, din ile irtibatlı irtibatsız herkese ciddi mesajları var. Özellikle liberal öğretiler ve yaşam tarzlarının egemenliğinde yetişen insan tiplerinin; din, din adamları ve Allah algısına ilişkin mevcut ve gelecekteki yaklaşımlarını, mesafelerini öngörmemiz için izleyicisine sunduğu malzeme çok zengin.

Sekülerleşme ve dindarlaşma dikotomisine yaklaşımda sağlıklı analizler yapmanın pencerelerini açma imkanı bol olan bu filmin ayrıca, liberal hayat düzeninin toplumları ve bireyleri din gerçeği karşısında nasıl karşılaştırmalara ve tecihlere zorladığına dair ciddi malzemeler de sunuyor.

Filmin Künyesi: Yönetmen: John Michael McDonagh

                             Oyuncular: Gillen, Brendan Gleeson, Chris O'Dowd, Kelly Reilly

                              Yapım Yılı: 2014

 

 

 

[1] Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Menemen Hadisesi olarak ortaya çıkan, Kubilay olayı ile sembolleştirilen ve Şeyh Sait isyanı ile pekiştirilen İslam/Şeriat karşıtlığına dair oluşturulan kurgu İstiklal Mahkemelerinde asılan bir çok din adamı ile güçlenerek devam etmiştir. 1923-1946 yılları arası Türkiye’sinde laik bir düzen ve seküler bir  toplum inşa etme mühendisliğinin en totaliter uygulamaları devredeydi. Bir taraftan bu düzene uygun 10 yılda 15 milyon genç yaratma ideali öte yandan geride kalan milyonların inanç, ibadet ve hayat tarzlarına doğrudan müdahil bir yasaklamalar zinciri vardı. Türkçe ibadet ve ezan yasağı ile simgeleşen bu dönemi izleyen Menderes’li 15 yıllık süreç bir rahatlatma sağlasa da darbeler sonrasını izleyen 70’li yıllardaki seks filmleri furyası ve 80’li yıllarla birlikte tv’lerin evlerde yerini almasıyla birlikte evlerdeki geleneksel kadim kültürü hedefleyen ve küresel kültür endüstrisi ile zamanla işbirliği yapacak bir toplumsal mühendislik faaliyeti devreye sokulmuştu. Yeşilçam’da üretilen korkunç, çirkin, üç kağıtçı din, dindarlık, din adamlığı imajı ve  algısı ile hedeflenen, toplumun dine karşı mesafesini açmaktı. 28 Şubat sürecinde Müslüm Gündüz, Fadime Şahin tiyatrosu ile üretilen mütedeyyin/Müslüman algısı ve domuz bağıyla adam öldürmelerin aktörü olarak sunulan Hizbullah imajı ile bu konuda dine mesafeli ciddi bir kitle yaratılmıştı. Fakat buna rağmen mütedeyyin /İslamcı kitlelerin siyasetin ve bürokrasinin merkezine yürüyüşleri engellenememiş, hukuksuz başörtüsü yasağına, keyfi kat sayı kısıtlamalarına rağmen; eğitim, siyaset, bürokrasi kanallarına bu kitlelerin yürüyerek yerleşmeleri engellenememiştir. Tüm sekülerleştirici çabalara rağmen sürecin bu şekilde işlemesinin nedenleri oldukça ilginç ve sosyal bilimciler açısından oldukça büyük bir merak konusudur.

[2] Calvary filminde anlatılan, kilise kurumunun para ve finansmanla ilgili kurduğu çarpık ilişkilerin  ortaya çıkardığı çirkin manzaranın aynısına biz de kapitalistleşme süreçleri ile artık aşina olup kanıksadığımız tipleri ve tavırları görünce şahit oluyoruz.  "Büyük Dövüş" isimli yabancı bir filmde , özel okulda çalışan bir fizik öğretmeninin ödeyemediği kredi borçları nedeniyle sokak dövüşleri yaparak, bir ton dayak yemeyi göze alarak evine gelen haczi durdurma çabaları anlatılıyordu.

Filmden bir enstantane: Fizik Öğretmeni, Bankadaki Müşteri Temsilcisine çıkışıyor:

"-Bizi bu kredileri kullanmaya siz ikna ettiniz, şimdi de yardım etmiyorsunuz."

Müşteri temsilcisi  “-Lütfen beyefendi, biz size seçenekleri öneriyorduk karar size aitti..."

İşte Kapitalizmle Şeytanın oyunlarını aynı düzlemde buluşturan sahne budur.

Şeytan, her insanın zaafını bilir ve her insana ayrı bir muamelede bulunur. Birisine serveti sevdirir, diğerine ise şehveti. Birisine gurur ve kibri aşılar, diğerine ise ümitsizlik verir. Halbuki Şeytanın yaptığı iş tamamen tekliftir.

O, vermez, veremez. Şeytan teklif eder, insan da teklifi kabul eder veya etmez.

Ahirette Şeytan tarafından aldatılan insanlar, Şeytandan davacı olduklarında Şeytan onlara

"-Ben size sadece teklif ettim" diyecek ve insanları o hallerinde bırakacaktır. Bankalar da öyledir, tekliflerini kabul ettirinceye kadar sizin dostlarınızdır, ama işler ters gittiğinde artık yalnız kalırsınız...

Ömer Lekesiz diyor ki “Modern dünyada cemaatlerin sekülerleşme sürecine katkıları hepimizin sorunu; Bankalar, medya, yayın ağları, mağazalar, dersaneler, okullar, yıllık 30 milyar dolarlık ciro… Bunlar, hoş, güzel şeyler. Ama çok para haramsız, çok vaaz yalansız, çok imkan desteksiz olmaz… Hizmetçi kardeşlerimiz işin görünür yanı; genel bir problemle yüz yüzeyiz. Hayat boşluk kabul etmez, biz bunlar üzerinde zihin yormazsak birileri, kendi zihniyetini bizlere ister istemez dayatacaktır.”

Bankaların mütedeyyin insanların hayatındaki etkisi Müslümanın kapitalist sistemde nefesini bir şizofren olarak almasıyla gerçekleşiyor. Bankacı ile Hacı amcamızın ilişkisinde olduğu gibi: Müşteri temsilcisi banka görevlisinin, Hacı amca’ya çayını sol elle içmesinin ne kadar büyük bir günah olduğunu anlatmaya çalışırken verdiği cevap durumun özüdür: “-Ne yapayım amcacığım...Sağ elimle size vereceğim kredinin faizini hesaplıyorum.”

Bu olayla kendini gösteren durum; Ömer Lekesiz’in işaret ettiği zihniyetin, aslında bizlerin dünyasına çok zaman önce ne denli sızdığını gösteren en bariz örneklerdendir. Maalesef bu sızmanın öncüleri de Sızıntı Cemaatleri ve muadilleri idi. Artık borç isteyen en yakın dostlara akrabalara bankaları göstermekten çekinmeyen bir dindarlık biçimi her tarafı sarmış durumda. Sekülerleşmenin işaretleri bu tip örneklerde oldukça baskın bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

 

Diğer Yazıları

Kuveyt Gezi Notları

Kuveyt Gezi Notları

  • 13.07.2024 / 02:03

Yorum Yaz