Çatkapı

Çatkapı

Ramazan bu sefer çok hızlı geldi. Eskiden böyle miydi? Karşılamaya çıkardık, bir kere günler öncesinden kandil gecelerini, onlardan her birini nimet bilirdik. Gelmeden yollara dizilir, onu coşkuyla selamlardık.

Çocukluğumun ramazanlarını yazdığım “Zamanın Behrinde”de hatırladıklarımla şimdi yaşadıklarımın nerdeyse hiçbir alakası yok. Belki yaştan belki de dinle artık profesyonel düzeyde hemhal olmaktan kaynaklanan kötü bir şey yaşadığım bütünüyle. Başkalarının sekülerleşmesinden yana yakıla söz ederken işte karşılamaya bile çıkamamış hatta yetişememiş ve ramazana neredeyse ansızın yakalanmış bir kuşağın trajedisi.

Dalmışız, kendi işlerimizde kaybolmuşuz. Onu yetiştir, buna eriş, şunu kovala, oradakinden geri durma, önündekini tamamla, arkandakini sırtlan, bir de bu var bir de şu var falan derken çıkageldi ramazan. Dünyanın en büyük utancı ramazanı bir gün önce karşılamaktır. Biz böyle öğrendik böyle büyüdük. İnsan nasıl da kayboluveriyor her daim önemsediği boş işler arasında. Değer verdiğimiz şeylerin ani çelmelerine maruz kalınca, abarttığımız şeylerin beklenmedik bir şekilde altında kalınca fark ediyoruz, kendimizi çoktan kaybettiğimizi.

Öyle işte, bir baktık ramazan çıka geldi.

Bir şeylerin değiştiği kesin. Allah savuşturanlardan, es geçenlerden, idare edenlerden uzak kılsın. Şimdi çocuklarının ramazanı yadırgamaması, onu sevgiyle muhabbetle karşılaması için nerdeyse canhıraş çabalarla evlerini 30 güne hazırlayanlar var. Dekorasyon tamam, ışıklar da ezanla birlikte yanacak. Vakit dijital, hesap çalar saat. Oysa eskiden manevi iklim bütün şehre, bütün köye, bütün evlere ve tek tek her birimizin kalplerine aynı hızla ve aynı yoğunlukla iner sirayet ederdi. Belki pek çoğumuzda hala öyledir ama itiraf edeyim ki benim gibi sanki Yahya Kemal'in bir bayram namazında yaşadığı garipliği birebir yaşayanların sayısı da hiç de az değildir.

Çok değil daha geçen yıl oturmuş sayılı günlere pek az bir zaman kala o yıl ramazanı nasıl ihya edeceğime dair adamakıllı bir plan yapmıştım. Psikiyatristlerin, terapistlerin, diyetisyenlerin oruçtan ekmek çıkarma dertlerini bir tarafa atmış, kendimce bu mübarek aydan kendimi onararak nasıl çıkarım diye bir sürü plan yapmıştım.  Gerçi bunların çoğunu sonradan bihakkın yerine getirememiştim ama olsun fikrimi bozmamış, hepsini yarım yamalak da olsa gerçekleştirebilmek için hayatımı yeniden bir düzene sokmaya gayret etmiştim. Niyetim halisti.

Koşturuyordum, dur durak bilmiyordum. İşim gücüm dışarılarda başkalarıyla, elimde kalem dilimde mikrofon o şehir senin bu şehir benim dolaşıyordum. Kanatlanmış bir kuş gibiydim, leyleği havada görmüş olabileceğime dair iddialar artık kehanet olmaktan çoktan çıkmış adeta hakikat payesi almıştı. Rutinlerim dostluklarım söz konusu olduğunda beriki, düşmanlıklarım söz konusu olduğunda da ötekiler olmak üzere ikiye bölünmüştü. Böyle bir hayattı, koşturmaca, öndekine yetişememe, arkadakini daha da geride bırakma üzerine kurulu bir hız, bir atak, sonuçta bir hararet...

Ramazan öteden beri böylesi zamanlarda en azından bir durulma, sakinleşme ve kendine gelme vaat ediyordu. Eğer insan ramazan mevsimine geçildiğini idrak ediyorsa Allah’ın rahmet ve bereketinin, afv ve mağfiretinin ona yağmaması düşünülemezdi. Hem öyle bir şey de yoktu. Sanki sünnetullah buydu. Eriş, idrak et, gereğine tabi ol!

Böylesi durumlarda genel geçer durumlarda yaygın teamül oturup Kur’an okumaktı. İnsanlar bu tercihlerinde pek de haksız değillerdir. Bir kere Ramazan demek Kur’an ayı demektir. Başka ne yapılabilirdi ki? Ben bunu bilmem kaç ramazandır hemen her seferinde aksatmadan uygulamaya çalıştım. Elimdeki meallerin çoğuna şükürler olsun baştan sona tamamlanmış hâllerine erişme ayım her zaman ramazan olmuştur. Ne var ki bu irtibat ve intibak hâlinin -kendi adıma söylüyorum- pandemi sürecinden beri değiştiğini, dönüştüğünü ve benim nazarında başka bir hal aldığını da üzülerek ifade etmek isterim. Ufak bir yanılma payı da bırakmış olayım, belki de bu durum en sağlıklı olanıdır. Belki de kendimizi boşuna yormaktayızdır, ortada bir yorulan vardır o da bizi yormaktadır belki de kim bilir.

Geçen ramazan, bir kere, önce yavaşlamaya karar verdim. Beni hızlandıran ne varsa azaltacaktım. Hız kazandıran, hızıma hız katan, beni durursam düşerim yalanına ikna eden hemen her cümleye inat ve ifrit olarak. Bunların dinî, ahlaki, siyasi, kültürel boyutlarından tabii ki haberdardım. Hepsinin canı cehennemeydi. Önce sakinlik lazımdı farzdı, ardından yavaşlama müstehap. Beni düze çıkaracak bir metin takibi yapmalıydım. Bir mukabele olabilirdi, sabah ortalık daha uyanmadan bir hatme başlamak için kollarımı sıvazlayabilirdim. Eskiden ne güzeldi. Birinci günden bayrama kadar ramazanın hemen her sabahında Kitap’ın başına oturur, onunla gider gelirdik. Kaderimizi onun lahuti semasına bağlar, yedi kat gökle yedi kat yer arasında gezinir dururduk.

Geçen yıl bunu yapamadım. Biraz utangaç biraz mahcup hemen her sabah sadece sağlık gerekçesiyle kendimi attığım mahallenin park yerinde yürüyüş boyunca meşhur hafızların tilavetinden Kur’an’ı takip ettim. Bir yandan tempolu bir şekilde yürüyüş parkurunu adımlarken bir yandan da bu ritmimi adamakıllı bir şekilde kendi havasına entegre eden Kur’an’ın zamanı dışarıda bırakan hikmetli söz akışına kendimi dahil etmeye çalıştım. Ama zorlandım. Ne yazık ki Ramazan’ı da ele geçiren şehir dışı programlar nedeniyle bu oldukça kolay bir şekilde sürdürdüğüm hatmi bile birkaç ay sonra ancak tamamlayabildim.

Sonra bir klasikle işe başlayayım dedim ve sanırım o günlerde yeni elime geçen bir “hadis mecmuasını okuyabildiğim kadarıyla okuyayım sonra öbür ramazanda da nasip olursa kaldığım yerden devam ederim” dedim ve bismillah İbnü’l-Esîr’in Cami’u’l-Usul’üne başladım. Oldukça hacimli bu eserin de ne yazık ki ilk cildini ancak bitirebildim. Halbuki o ramazanki derdim, Resulü Ekrem efendimize teslimiyet ve  sadakat babında yakın olmak, hemen her fırsatta kendisine yönelik özensiz ve bilgisiz bir şekilde yöneltilen saldırılara karşı onun söylediklerini doğrulamak, okumak ve ona kulak vermekti. Bilmem kendi kendime bütün bunları okursam belki de hem dediklerini yeniden zapteder hem de muğlak, müphem meçhul adresler arasında gezinmekten vazgeçer biricik safımı belli ederdim. Bunu nispeten başardım en azından başladım. Elimdeki külliyatı istediğim gibi hatmetmeyi başaramasam da şükür ki bu deryanın diline dalabilmekten çekinmemiş, orada zor ve meşakkatli bir yolculukta kendimi yüce olan her şeye yakın hissetmiştim.

Herkes biliyor, ben müslüman bir sosyal bilimciydim. Hemen her alanda güçlü ve derin okumaları yapmayı bana kulak veren herkese salık veriyordum, saklamak yersiz ben de aynı dikkat ve uyarlılık içinde eksiklerimi tamamlamaya çalışıyordum ama sıra İslam’a gelince ben de çok iyi biliyordum ki -saklamanın alemi yoktu- onda yoğunlaşan, onu bütünlüklü olarak kavramaya yönelik çabalar ya cılızdı ya da olmasa da olurdu. Birkaç ramazanı yoğun bir şekilde bu eksikliği telafiye ayırsak da yapılan tabiri caizse mütemadiyen depodan yemekti. Sağlam ve nitelikli bir din bilgisine (evet din bilgisine), savunulabilir ve sürdürülebilir bir din haritasına ne yazık ki sahip değildik. Ne okullarda öğrendiklerimizin çocukluk evrenine çöken ağırlığıyla ne de ergenlik dünyamızın kendi hikayesine benzeterek ancak sahiplenebildiği teopolitik argümanlarla insan kendinde Allah’ın huzuruna çıkma yüzü bulabilirdi. Etrafımdakilerin aymazlığı beni rahatlatabilirdi ama ne var ki benim de zaten bütün bir ömrüm boyunca şüphe götürmez bir şekilde öğrendiğim tek şey vardı o da bu yaptıklarımızın bize bir şey katmayacağıydı.

Bir cerrahın cesaretle kesip biçtiği insan bedeni karşısındaki o tuhaf rahatlığına erişmek istemiyordum. Din denince biraz durmak, vahiy denince bir güzel irkilmek sünnet deyince toparlanmak istiyordum. Peki bu nasıl olacaktı? Dedim ki kendi kendime, “yavrum Necdet, ahiret var! Öğrendiklerini adam akıllı öğren, onları kendine yük etme. Taşımayacağın yükün de altına girme. Bildiklerin sorumluluk, fark ettiklerin belasavar.”

Öyle de yaptım ve ama tamamlayamadım. Aklım sıra ramazanı bir milat olarak kabul edecek, dinî dünyamı fiili dünya karşısında mağlup ve mazlum duruma düşüren cümle bildiklerimden vazgeçecek, sabırla ve teenniyle sahici bir öğrenmenin yollarını aralayacaktım. Şimdiye kadar çok tefsir okumuş, dünyayı anlamlandırmayı sağlar umuduyla pek çok metinde sebat etmiştim. Eğriye eğri doğruya doğru, bugün ise sanki başka şeyler düşünmeye başlamıştım. Bir kere şu okuduklarımın bir kısmı beni bu hayattan koparmaya davet ediyordu ya da üzerinden biraz zaman geçince eski berraklıklarını, parlaklıklarını ve cevvaliyetlerini peyderpey kaybediyorlardı.

Sahi başkaları bu aziz ramazanda bana nasıl yardım edebilirlerdi? Sağlam bir Kur’an bilgisine tartışmasız ihtiyacım vardı. Başkalarıyla tartışmalarda kullanmak, gerilim anlarında harekete geçirmek için bir lezzet takviyesi olarak değil aksine çocukluğumdan beri en çok da dert edindiğim şu “Sırat”ı geçebilmek için yükte hafif pahada ağır teçhizata ihtiyacım vardı. Köprüyü geçecek olan bendim, kimin neyineydi? Dert benim derman benimdi. Kalkıp bir de başkalarından devraldığım yükleri taşıyamazdım.

Niyetlendim hepsini yapacaktım ama işte o da benim gevşek irade beyanımdan dolayı akim kaldı. Ondan kalan güzel şeyler de vardı, bunu yapmalıyım arzusuyla masamı bir sürü kitapla donatmış, bütün bunları hazmede hazmede okuyacağıma dair inanç ve güven sadece bana değil bedenime de iyi gelmişti. Sakin sakin kendime açık edilen şeyleri görmeye az kalmıştı. Orda kaldı güzel kederim.

Anladım ki bugün ölüm hiç de uzak bir şey değil ve herkese ne kadar yakınsa bana da o kadar yakın. Halbuki insan biraz da kendisi için bir şeyler yapmalı. Ne bencillik ne de müstağnilik bu dediğim. Lütfü keremine kurban olayım, Allah’tan umut kesilmez ama ömrü hayatını iyi ve güzel işlere adanmışlık iddiasındaki bir kulun da gerçek ve sahici bir tevekkülle ve kendisinin kesinkes emin olduğu bir mutmainlik içinde işlerini yoluna koyması gerekir. İşleri yoluna koymak, tedarikli olmaktır.

Ramazan’da ne yapabiliriz diye hem geleneksel hem de modern anlamda bir sürü öneri var. Bir kere usulünce tamamlanması gereken başlı başına riyasız, külfetsiz, başa kakmasız adamakıllı tekmil bir oruç. Kitapta yazıldığı, Efendimizin öğrettiği veçhile oruç. Yine onunla tahkim olunan namaz ve teravih. Koca bir ramazanın tamamına yayılması beklenen insanlık ikramiyesi. Sonraki günlere taşınacak ve aktarılacak bir terbiye ortamı. Azaltılan çokluklar, çoğaltılan azlıklar... Fakirlere sofraları açmak, dua zamanlarını kaçırmamak, misafir çağırmak ve onları ağırlamak, eşe dosta gitmek, fakir fukarayı kollamak, sadakadan beri olmamak, zekat için etrafı kolaçan etmek. Modern ve geleneksel cemaat diskurlarının başını bağladığı dini özgürleştirmek.  Tefekkür, tezekkür, ihlas ve takvayla birlikte yürüyen bir sadelik, sabır ve zindelik.

Bu sene dedim ya Ramazan erken geldi. Oturdum geçen sene Ramazan’ı karşılamak sadedinde neler yazmışım, kaçını yapmış kaçını yarım bırakmışım diye bir bir gözden geçirdim. Arkamdan beni biri kovalıyormuş gibi yazdığıma bakmayın, insanın illa da korkması için illa da Azrail’i görmesi gerekmez. İnsan kendinden kendine kaçtığında felâha erer.

Baktım eski defterlere, her şey yarım yamalak. Başlanmış bitmemiş, niyet edilmiş, kalakalmış. Bitmiş ama neye yarar, tatsız tuzsuz. Ne olacak peki?

Bu gece oturup ilk sahuruna kalkacağımız birinci gününden itibaren bana iyi gelecek şeylerin bir listesini tutacağım. Tek çiçekle bahar olmaz. Maile bu hikayenin taşıyıcısı olacağız: Artık Rabbimiz ne lütfederse.

(28 Şubat 2025)

Diğer Yazıları

Yorum Yaz