Cahiller Nasıl “Profesör Çelebi” Oldu?
Savaş sanatında “hedefi yumuşatma” diye bir kavram var. Hedefi topyekun bir saldırı ile imha etmeden önce, güçten düşürmeye, destek kanallarını kesmeye, dolayısıyla son darbeyi vurmaya hazır hale getirmeye denir. Kadim uzak doğudan günümüzün modern savaşlarına kadar vazgeçilmez bir yöntemdir bu. Önce casuslar aracılığıyla düşmanın kafası karıştırılır, maddi ve manevi dinamikleri itibardan düşürülür, doğal destek kanalları kesilir, böylece yardımsız kalmaları sağlanır ve sonra istila hareketi başlatılır. Casuslar aracılığıyla yürütülen bu klasik yöntem, modern savaşlarda “psikolojik harp” kavramsallaştırmasıyla daha bir rafine hale getirilerek uygulanıyor. Modern savaş stratejisi çerçevesinde bu aşama geçildikten sonra, hava saldırılarıyla bu sefer zemin, bir kara saldırısının başarısını garanti edecek şekilde yumuşatılır ve istila bundan sonraki aşama olarak gerçekleştirilir. “Batı beteviyeti”nin bütün savaşlarında bu yöntemin kullanıldığını görebiliriz. Özellikle “psikolojik harp” yöntemi, batı istilasının kalıcı hale gelmesinin en başta gelen etkenidir. Batı, İslam dünyasını bu yöntemle mağlup etti ve bu yöntem sayesinde hala hakimiyeti altında tutabilmektedir.
Batının, İslam alemini istila etme süreci, söylediğimiz gibi klasik yumuşatma taktiği ile başladı. Oryantalistlerini ilmi araştırma adı altında bölgemize gönderdiler önce. Dillerimizi, dinimizi, mezheplerimizi, tarikatlarımızı, aşiretlerimizi, gelenek ve göreneklerimizi, meslek ve meşreplerimizi, tarihimizi, coğrafyamızı didik didik ettiler. Bu bilgileri üniversitelerinde bilimsel disiplinler adı altında uygulanabilir sistemler haline getirdiler ve ordularının eline bir tür kullanma kılavuzu olarak verip üzerimize gönderdiler. Bizim zayıf ve güçlü taraflarımızı, karakterlerimizi, duyarlılıklarımızı çok iyi bildikleri için, ne tür taktiklerle direncimizi kıracaklarını da çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden yüz yıllardır bize dayattıkları sistemlerini aşabilecek gücü kendimizde bulamıyoruz. Bundan daha korkunç olanı, dillerimizden tutun, dinimize, fıkhımıza, tefsirimize, mezhebimize kadar bütün değerlerimizi onlardan öğreniyoruz veya onların süzgecinden geçirerek sağlamasını yapıyoruz. Bize ait değerleri kabul veya ret edişlerimiz, onların onayına veya ret edişlerine göre belirginleşiyor. Onların onayladığı kavramlar, ekoller, şahsiyetler bizim nezdimizde itibarın zirvesine çıkarken, onların onay vermedikleri kavramlar, ekoller, kurumlar, şahsiyetler itibarsızlaştırılarak bizim nezdimizde de gözden düşürülüyorlar. Bugün bizim varoluşumuzun asıl dinamiği olan, kimliğimizi, kişiliğimizi oluşturan nice kurum, nice kavram ve nice şahsiyet bugün için bizim nezdimizde nefret objesidir. Şeriat, hilafet, gelenek, medrese, tarikat, hoca, şeyh ve din adamı gibi. Çünkü bu kurum ve kavramlar onlar nezdinde nefret objeleridir. Dolayısıyla biz, kendimize onların gözüyle bakacak hale getirilmişiz.
Sistemin mantığını bu şekilde ortaya koyduktan sonra, bu sistemin işleyişini iki hadiseyle örneklendirmek, konuyu daha iyi anlamamızı sağlar.
İsrail diye bir devlet kurulmak istendiği zaman, batının oryantalistler aracılığıyla elde ettiği birikimden istifade edildi. Bölge, etnik, mezhebi, dini açıdan ayrıştırıldı. Bazen de karıştırıldı. Bununla güdülen amaç, her biri için farklı bir hedef, farklı bir kimlik ve farklı bir bilinç dayatmaktı. Farklı bir sorunla boğuşmasını sağlamaktı. Eskiden aynı amaca yönelen, aynı hedefi gözeten, aynı bilince sahip olan topluluklar, artık birbirlerini farklı isimler altında yabancı görmeye başladılar. Diğer bir ifadeyle İsrail adında bir yapının oluşturulması için hedef alabildiğine yumuşatıldı. Sonra İsrail’in bütün bunları bileğinin hakkıyla kazandığı imajını oluşturmak için de karşısına küçük örgütler düzeyinde silahsızlandırılmış yapılar düşman olarak çıkarıldı. Bu yapılara eskinin alışkanlığıyla destek olması muhtemel etnik ve dini aidiyetler de başlarını aşan sorunlarla meşgul edildi. Kısacası İsrail açısından hedef yumuşatıldıktan sonra, yine askeri bir taktik olarak hedef küçültüldü. Hedef yumuşadıkça İsrail’in işgal daha bir sertleşti. Hedef küçüldükçe de İsrail büyüdü. Şu anda gözlerimizin önünde cereyan eden Gazze hadisesi, İsrail’in büyütülmesi için, bölgesel dinamiklerin, güç kaynaklarının itibardan, güçten, etkinlikten düşürülmesinden ibarettir.
Genel batı anlayışının bölgesel yansımasının bir diğer örneği de dine, dini kurumlara ve şahsiyetlere yönelik tutumlarda belirginleşmektedir.
Din, dinin hayata yansıtılmasının toplumsal araçları olarak dini kurumlar ve bu kurumlarda yetişen şahsiyetler, sosyolojinin doğal unsurları olarak büyük bir itibara sahiptiler. Özellikle ülkemizde, hilafet, şeriat, meşihat ve benzeri kurumlar ile bunları temsil eden şahsiyetler, toplumun ruh kökünü temsil etme konumundaydılar. İsrail örneğinde olduğu gibi burada da önce hedefi yumuşatma taktiği devreye sokuldu. Dini kurumların modernleştirilmesi adı altında oryantalist anlayışa göre bir takım düzenlemeler, müfredatlar, alternatif kurumlar oluşturuldu. Bir süre sonra da dini kurumlar özellikle üstyapı itibariyle iyice itibardan düşürüldü. Yönetim bazında ortadan kaldırılmaları sağlandı. Sonra da kalıntıları karikatürize edilerek gözden düşürüldü. Daha önce toplumsal bilincin sembolü olan din, dini kurumlar ve dini şahsiyetler geri kalmışlığın, cehaletin, yobazlığın sembolleri olarak lanse edilerek gözden düşürüldüler. Toplumsal tepkiyi kırmak, sonra da dinin, eskiden olduğu gibi egemen zihniyete sorun çıkarmayacak hale gelmesi için alternatif dini kurumlar oluşturuldu.
Siyasal olarak gözden düşürülmüş bir kurum, sosyolojik olarak da hemen gözden düşüp itibarsızlaşmaz. Bunun için bir süreç gerekir. Bunun için önce dini temsilin görsel unsurlarının kullanım alanları daraltıldı, sonra iyice mihraba hapsedildi. Ardından, hala dini eğitim veren medreselerde yetişenler resmi yetki ve statüden yoksun bırakıldı. Bu uygulamalar klasik ve sosyolojik dini kurum ve şahsiyetleri belli ölçüde itibardan düşürmüştü. Ancak alternatif dini eğitim kurumlara devam edenlerin çoğunun gözünde hala büyük ölçüde itibar sahipleriydiler. O yüzden muteber dini eğitim kurumlarında okuyan öğrenciler, her fırsatta klasik medrese hocalarına koşup eksikliklerini gidermeye çalışırlardı. Bu da genel stratejinin amacına ulaşmasını geciktirici bir etki bırakıyordu. Bu sefer farklı bir taktik devreye sokuldu. Alternatif dini eğitim verenlerin, kendilerini klasik dini kurumların anlayışına ve temsilcilerine ihtiyaç duymamaları için statülerinin, unvanlarının yükseltilmesi taktiği devreye sokuldu. Profesörlük gibi bir unvanı alan biri de, hiçbir sıfatı, statüsü, itibarı olmayan birini ciddiye alıp ondan istifade etmeye tenezzül etmez. Diğer bir ifadeyle cehalete statü verme gereği duyuldu.
Bu adımdan sonra da alternatif eğitim kurumlarından şişirme unvanların sahiplerinin kulaklarına, büyük devrimciler oldukları fısıldandı. Bugün kendilerini Spinoza klasmanında gören tipler bu şekilde ortaya çıktılar. Tabi, klasik medrese mezunu Gazzali’nin, Spinozaları en az beş yüz yıl mağaralarından çıkamaz hale getirdiğini unutarak.