Bir Nesli Nasıl Hafiyeler Ve Kulaklar İle Yediler?

Bir Nesli Nasıl Hafiyeler Ve Kulaklar İle Yediler?

Bir Nesli Nasıl Hafiyeler Ve Kulaklar İle Yediler?

 

Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde yaşanan ve Cumhuriyet dönemine kadar uzanan hafiyelik, jurnalcilik ve kulakçılık olayları, toplumun en değerli bireylerini haksız ithamlarla mağdur eden trajik hikayelerle doludur. Bu yazıda, Sultan Abdülhamid döneminde yaşanan bir olay üzerinden iftiraların ve hilelerin toplum üzerindeki yıkıcı etkileri ele alınacaktır. Feylesof Rıza Tevfik'in kardeşi Ahmed Nazif'in trajik hikayesi, bu dönemin karanlık yüzünü aydınlatmak adına önemli bir ibret vesikasıdır.

 

Tarih ibret almak için vardır. Ancak bu coğrafyanın çocukları, münevverinden siyasetçisine kadar tarihi yarım yamalak çok konuşur; ancak konu ibret almaya gelince bir kulaktan girer, diğerinden çıkar hakikat. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, “Kıssadan Hisse” adlı şiirinde bunu ne güzel özetliyor:

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

 

Bu coğrafyanın çocukları ibret almadığı için tekerrür eder burada tarih. Size şimdi anlatacağım hikaye, Sultan Abdülhamid döneminde vuku bulmuş gerçek bir olaydır. Olayı yaşayan, Osmanlı’nın son ve Cumhuriyetin ilk dönem önemli tanıklarından politikacı, şair ve filozof Rıza Tevfik’tir. Feylesof Rıza Tevfik’in kardeşi Bekirağa Bölüğü’nde Mülâzım Ahmed Nazif idi. Aşağıda Rıza Tevfik’in kaleminden okuyacağınız olay, bütün aydınlarımızın, siyasilerimizin, bürokrasimizin ve üniversite hocalarımızın kulaklarına küpe olmalıdır.

 

Feylesof Rıza Tevfik’in hatıralarında dile getirdiği kardeşi Ahmed Nazif’in hüzünlü hikayesi şöyledir:

“Kardeşim Ahmet Nazif, Ferecik'te memur olarak sessizce vazifesiyle meşguldü. Edebiyata âşina ve musikiye meraklı idi; kemençe çalardı. İstanbul'da Deli Fuad Paşa ile yeni türemiş zorbalardan saraya mensup meşhur Fehim Paşa arasında bir kadın meselesinden dolayı şiddetli kavga çıkmıştı. Fehim Paşa, Sultan Abdülhamid’e Fuad Paşa’yı devlete karşı taklib-i hükümet (hükümeti düşürmek) içinde olduğu iftirasını attı. Server Paşa kerimesi diye şöhret kazanmış âlüfteyi paylaşamayan iki nüfuzlu adamın kavgasını zihninde fena halde büyüten padişah, divânelik derecesindeki vehmi dolayısıyla, iki rakipten biri ve en alçak tabiatlısı ve kalleşi olan Fehim Paşa'nın uydurduğu söze inanır ve hemen Deli Fuad Paşa'yı haksız biçimde Şam'a sürgün eder. Kalleş Fehim Paşa, Fuad Paşa’yı o günlerde ziyaret eden herkesi Fuad Paşa ile birlikte hükümeti düşürmek isteyen kişiler olarak ispiyonlar. Fehim Paşa’nın listesinde Ahmed Nazif de vardır.

 

İstanbul'daki korkak ve enâî (bencil) halk arasına velvele düşüren ve zaten mütevehhim bir deli olan padişahın başına bütün cinleri üşüren böyle bir vakayı istismar etmek, yani ondan bir fayda çıkarmak, istifade etmek için fırsat bekleyen ve bu sayede kolay geçinen koca bir hafiye ordusu vardı ve bunların adedi kırk bin kişi olarak tahmin ediliyordu. Mahalle bekçisinden tutunuz da tekke şeyhlerinden, hocalardan ve her sınıftan, her tabakadan toplanmış olan bu adamlar Avusturyalı, Hollandalı değil -ekseriyet-i külliyesi itibariyle Türk milletine mensup idi. İçinde her milletten de bazı nümûneler vardı. Sonra onlardan da misal vereceğim. Onlar yüksek işler peşinde koşarlardı. Bizim pinti hafiyeler, hemen faaliyete geldiler ve en kolay yolu tuttular. Düşkün olan Fuad Paşa tarafına yüklendiler. "Falan efendi de Fuad Paşa'nın ahbabındandı... Falan bey de onun ile iyi görüşür ve ziyaretine giderdi. Elbet bu hükümeti değiştirmek meselesinden onun da haberi vardır!" diye İstanbul'dan ve taşralardan saraya binlerce jurnal yağdırdılar. Zavallı biraderimin bulunduğu Ferecik'te de alaydan yetişme Çingene Mustafa diye maruf biri varmış. Bu adamın damadı da Trablusgarp'da mı nerede imiş! Onu kurtarmak ümidiyle kardeşimi jurnal etmiş. "Bu adam Fuad Paşa'nın dostu olan ve hükümeti değiştirmek isteyen Filozof Rıza'nın kardeşidir, bu işte medhali olmak gerektir!" demiş. Hemen gece yarısı -elbisesini giymeğe müsaade etmeden- eşya nakleden bir katara atıp elleri kelepçeli olarak iki muhafız ile Bekirağa Bölüğü'nde bir küçük odaya hapsetmişler; takriben iki buçuk ay hiçbir şey sormayarak bırakmışlar.

 

Bu masalı ciddi telâkki eden padişah, Fuad Paşa'yı Şam'a nefyetmişti. Fehim Paşa da sadakatinden dolayı büsbütün meydanda tek kalarak küstahlığını arttırmış ve herkesi, hatta ecnebi tâcirlerini haraca kesmişti. İstanbul'da bir uygunsuz kadın yüzünden çıkan bir kavganın Ferecik'te kendi halinde oturan bir zavallı Mülâzım Ahmed Nazif ile ne münasebeti olabilirdi. Lakin taklib-i hükümet iftirasıyla atılmış olan hıyanet iddiası (aslı faslı olsun olmasın!) aç karga gibi fırsat bekleyen binlerce uğursuz ve mıymıntı hafiyelerin kâr ve kisbine çok elverişli bir vesile vermiş oldu ve padişaha sadakat nâmına mel'anette birbirleriyle yarışarak her biri biraz istifade etti: Kimi damadını Yemen'den becayiş suretiyle İstanbul'a naklettirdi; kimisi düşmanından intikam aldı. Birçokları da beş on kuruş rakı parası edinmiş oldu.

 

Benim bu faciadan hiç haberim olmamıştı, hatta kardeşimin bir müddetten beri mahpus olduğunu intiharından ancak bir hafta evvel haber almış ve Bâb-ı Seraskerî'ye gidip onu görmek istemiştim. Fakat muvaffak olamamıştım. Bu acıklı hikâyenin bu kısmını da nakletmek isterim ki o devirde yalnız padişahın zulüm ve istibdadını değil, o zulmün icrâsına âlet olan memurların da -millet efrâdından ve evlâdından olmalarına rağmen- hodgâmlıkta ve menfaatperestlikte ne derecelere kadar insaniyet ve merhamet hislerinden mahrum kalmış bulunduklarına dair doğru bir fikir edinip ibret almış olasınız.

 

Ben o vakit Cemiyet-i Tıbbiye-i Mülkiye âzâsından ve Galata Gümrüğü'nde memur müfettiş doktorlardan idim. Cemiyet-i Tıbbiye âzâsının en genci idim. Diğerleri hep hocalarımızdandı. Hatta Sultan Hamid'in hekimbaşısı meşhur Müşîr Nafiz Paşa merhum da bu zümredendi. Aynı zamanda da bazı dostlarıma ücretle ders verirdim. Bilhassa haftada üç kez Boğaziçi'nde Yeniköy'de vüzerâdan Köse Raif Paşa Köşküne gidip, merhum paşanın büyük oğlu Miralay Fuad Bey'le Türk filolojisi ve muhtelif Türk lehçeleri hakkında tedkikatta bulunurduk. Haftada iki defa da yine Yeniköy'de oturan Mısırlı Prens Said Paşa'ya derse giderdim. Merhum Said Paşa sonraları İttihadçılar'ın sadrazamı olan zattır.  

 

Bir yaz günü Said Paşa'nın yalısında yemek yerken, hususi hizmetkârı Ahmet Ağa içeri girdi ve elindeki pusulayı bana uzatarak: "Bu ufak pusulayı kapıcıya bir asker neferi bırakmış ve sizin elinize verilmesini tenbih edip savuşmuş gitmiş," dedi.

 

O küçük kâğıt parçasını alıp da kurşunkalem ile yazılmış şu birkaç satırı görünce kardeşimin yazısını tanıdım ve pek çoktan beri kendisinden mektup almamış olduğum için fena halde yüreğim çarpmaya başladı. Zahiren heyecanımı gizlemeye çalıştım. Fakat benzim kireç gibi bembeyaz kesilmiş ve nutkum tutulmuştu. O satırların meali şuydu:

‘- Aman birader, başıma nâgihanî bir bela isabet etti. Nereden geldiğini bilmiyorum. Zerre kadar bir kabahat işlediğimi de hatırlamıyorum. Beni gece yarısı Ferecik'teki evimden kaldırdılar, ellerime kelepçe vurarak buraya getirdiler. Kırk üç günden beri dar bir hücrede mahpusum. Bu ana kadar da hiçbir şey soran olmadı. Mümkünse beni görmeye gel ve bana bir parça sabun ile iki fanile getir, rica ederim!...’

 

Bu pusulayı sessizce Said Paşa'ya uzattım. Aldı okudu, onun da rengi soldu. "Hemen git gör, bana da bir haber getir rica ederim doktor," dedi...

 

Hemen vapura koştum, İstanbul'dan iki fanile ile bir de tuvalet sabunuyla havlu aldım, bir paket yaptırıp bir arabaya atladım. Bâb-ı Seraskeri önünde indim. Şimdiki Üniversite o vakit Serasker kapısı idi ve merkez kumandanının dairesi de ikinci katta idi. İkinci kata çıktım. "Acaba kimden sorup haber alsam" derken bir orta yaşlı zabitin bana dikkatle baktığını sezdim ve bu adamı gözüm ısırdı; mutlaka evvelce bir yerde, hatta iki üç yerde görmüş gibiydim. Ona yüzümü döndürerek: "Beyefendi!" dedim, "Benim biraderim Mülâzım Ahmed Nazif burada Bekirağa bölüğünde mevkuf imiş. Acaba nereden sorup haber alsam?" diye sordum. Bana: "Sen kimsin?... diye huşûnetle hitap etti. Canım sıkıldı, fakat kim olduğumu etraflıca anlattım. Beni yukarıdan aşağı süzdü. Ben de onun yüzüne dik dik baktım.

 

Muhavereyi uzattı:

- Burada mevkuf olduğunu ne biliyorsun?

- Haber aldım.

- Kimden haber aldın? deyince kızdım.

- Sana ne? Burada öyle bir adam var mı, yok mu? İnsaniyeten ona cevap ver. Vesselam!

 

Dedim ve yüksek sesle senli benli atışmaya giriştik. Meğer biz merkez kumandanı Sadeddin Paşa'nın kapısı önünde yaygara edip duruyormuşuz. Kapıda bekleyen perde çavuşunu, zil vurup çağırmış. O gürültü eden herifi buraya getir demiş.

 

Çavuş geldi, "Paşa seni istiyor," dedi. "Hangi Paşa?" dedim. "Merkez kumandanı Sadeddin Paşa!" dedi. Odasına girdik. Paşa hayli viran, kısa kır sakallı, ufacık tefecik bir adamdı. O da beni yukarıdan aşağı biraz süzdü. Sonra "Oğlum, kimsin? Nesin? Derdin nedir?" dedi. İyice anlattım. "Var öyle bir adam, fakat şevketmeab efendimiz hazretlerinin irade-i seniyeleri olmadıkça bir kimseyi görmeye müsaade edemeyiz. Bu hususta bir irade istihsal edebilirsen, gelir görüşürsünüz!" diyerek sözü kesti; "Peki efendim, lütfunuza çok teşekkür ederim!" dedim.

 

Hemen çıkıp gitmeye teşebbüs ediyordum. Elimdeki paket, öteden beri gözüne batıyordu. "O nedir o, elindeki?" dedi. Anlattım ve bu şeyleri lütfen kardeşime ulaştırmasını rica ederek masanın bir kenarına bıraktım çıktım.

 

Prens Said Paşa'nın yalısına döndüm. Bâb-ı Seraskeri'de ne yapabildiğimi anlattım. O gece yalıda kaldım. İrade istihsalinin çaresini düşünmekle geceyi geçirdik. Hiç uyuyamadım. Çok fena ve korkunç rüyalar gördüm. Ertesi sabah bizi ziyarete gelen Fuad Köse Raif Bey'e de her şeyi naklettim. Fuad Bey bugün Ankara Dil Kurumu Meclisinin en salahiyetli ve malumatlı azasındandır. Bütün bu faciayı bilir.

 

Ben biraderimle görüşebilmek için çare aramak derdi ile bazı ricâl-i devlete baş vurup dururken, hemen beş altı gün sonra gazetelerde çıkan manşetlerde kardeşimin intihar ettiği haberi yer aldı. Haberleri görünce kan başıma çıkmıştı, kulaklarım uğuldamaya başladı. Gözlerim yanıyordu. Kim bilir yeis ve hiddet saikasıyla daha neler söyleyecektim ki oradaki paşalar beni teskin ettiler. İçimden kardeşim Ahmed Nazif için "Keşke Yunan muharebesinde Dömeke'de şehit olaydı da böyle genç yaşında bîgünah olarak hapishanede kendini yeis ile boğup hayatını heder etmeseydi!..." dedim. Sonradan öğrendim ki, ona götürmüş olduğum sabunu ve fanilalarla havluyu kendisine teslim etmemişlerdi.

 

Sonra ben pek iyi biliyordum ki takriben üç seneden beri Ferecik'te ikamette bulunan kardeşim temizce bir evde oturuyordu ve bekâr olmakla beraber fakirâne bazı eşyası vardı. Elbiseleri ve kitapları vardı. Bir de kemençesi vardı. Babamızdan kendisine yadigâr kalmış bir cep saati vardı. Bu şeylerden bana -yadigâr olarak- bir kurşunkalemi gönderen olmadı. Öylece o zavallı da zulme kurban olanların katarına katıldı, efsaneler âlemine karıştı gitti.

 

Nihayet İstanbul'da nüfuzu galip olan Almanya Büyükelçisi Baron Marshall, Fehim Paşa'nın haydutluğundan Sultan Hamid'e şikayet etti. Sultan Abdülhamid sonradan makam sahiplerini ele geçirmek isteyen bir âlüfteden dolayı Fuad Paşa'ya atılanın iftira olduğu ve birçok kişiyi Sultanın adını kullanarak tehdit edip haraca bağladığını öğrenir. Ancak hükümranlığının son yılları olduğu için Fehim Paşa'ya ağır ceza veremez fakat İstanbul'dan derhal defedilmesini talep etmiş ve onu Bursa'ya nefyettirmişti. Meşrutiyet ilan edildiği zaman Bursa halkı onu taşla tepelemişti.

 

Bu fezahetleri -hiçbir vicdan azabı duymayarak- irtikâb etmiş olan ölü soyucular Avusturyalı değil, İtalyan, Fransız değil, Bulgar değil, buralı idiler ve Hıristiyan değil, Müslüman idiler. Daha doğrusu hiçbir dine mensup olmayan gâvurlardan idiler.

 

Ben eminim ki padişah -hiç vukuunu temenni etmediği bu faciada teferruat-ı umuru birer birer düşünüp ona göre ayrı ayrı emirler vermemişti. Onun bu hadisede divânece tevehhümüne ayırabileceğimiz töhmet hissesi nispeten az ve ehemmiyetsiz bir kabahattir.” 

 

Rıza Tevfik’in hatıralarından kardeşiyle ilgili bölüm burada biter. Ancak yıllar sonra Cumhuriyet döneminde Ankara hükümetini sert bir dille eleştiren Rıza Tevfik’e şu soru sorulur:

"Hafiye kullanmaktan ve hafiyelerin verdiği jurnale göre hareket etmekten dolayı Abdülhamid'i mesul addetmiyorsunuz!.. Bir hakikattır ki, eğer Abdülhamid hafiye kullanmak sevdasında bir adam olmasaydı, etrafında bir tek hafiye yetişmezdi. Abdülhamid de bütün millet hâkimiyetini gasbeden şefler gibi, evvelâ yalnız kendi şahsî menfaatini düşünerek kendisine kayıtsız şartsız itaat edebilen Fehim Paşa, Arap İzzet Holo gibi ne kadar pespaye ve para düşkünleri varsa etrafına bunları toplamış, fazilet sahibi, dürüst ve ideal sahibi kimseleri etrafından uzaklaştırmış, hafiye ve dalkavuk tipindeki insanları adeta muhitinde üretmiştir. Esasen şef tipi budur!"

 

Feylesof Rıza Tevfik ise bu soruya şu cevabı verir: “Ben Sultan Hamid devrinde yetiştim. O 1876'da tahta çıktığı zaman ben sekiz yaşını ikmal etmiştim, kendisi otuz dört yaşında olmalıydı. 1909'da Millet Meclisi kararıyla tahttan indirildiği zaman, ben Edirne mebuslarından biri olarak mecliste hazır bulunmuştum ve kırk yaşımı bitirmiştim. Sultan Hamid devri hakkında büyük bir merak ile tahkikatta bulundum ve bu adamın seciyesine, şahsî hayatına ve itikadına, aile hissiyatına ve hususiyetine dair -mümkün olduğu kadar- doğru malumat edinmek için hiçbir zahmetten kaçınmadım. Dahili idaresine ben şahit oldum, harici siyasetine de bir dereceye kadar vakıf oldum. Fakat pek mühim ecnebi kitapları okudum ve hâlâ da okumaktayım. Sonra, yani Türkiye'de çocukluğumdan beri içinde bulunup büyüdüğüm çirkef politika âleminden elimi eteğimi çekip, İstanbul'dan çıkmaya mecbur olduktan sonra... büsbütün işten çekilip Lübnan memleketinin cennet gibi güzel olan sahillerinde kâin Cünye ve Beyrut şehirlerinde ömrümün en bahtiyar devrini temsil eden -son on üç senelik kısmını mesut geçirdim. Cünye'de ve Beyrut'ta Sultan Hamid ailesinin en mühim âzasından bazıları yerleşmiş idiler. Onlarla pek iyi görüştüm. Merhum padişahın büyük oğlunu, iki kızını, bir haremini aileleriyle beraber tanıdım ve onlardan Sultan Hamid'in hayat-ı hususiyesi ve seciyesi hakkında çok şeyler öğrendim ki kendisini sevmeyen İngilizlerin bile gizlemek istemediği memduh hasletlerdendir. Hulâsa Sultan Hamid hakkında her vechile şehadet edip tarihe doğru malumat verebilecek salâhiyetli ve afif adamlar varsa, onlardan biri de bendenizim. 

 

Bundan dolayı biraderimin Bekirağa bölüğünde feci ölümüne müsebbib olan Sultan Hamid için:

- Ben Sultan Hamid'i affediyorum, çünkü bunların asıl müsebbibi kendisi değil... ilâ ahire… Sultan Hamid, amcasının hal'inden dört gün sonra feci bir surette katledildiğine kani olmuştu ve ecdadından birkaç padişahın vükelâ entrikaları ile nasıl vahşiyane bir surette tepelendiğini bilirdi. Siz bilmiyorsanız, Naima Tarihi'ni mütalaa buyurunuz…

 

Sultan Hamid benim kardeşim Ahmed Nazif ismini katiyen işitmemiş, şahsını ise rüyasında bile görmemişti. Kardeşim 1897'de vuku bulan Türk-Yunan Muharebesi'nde mülâzım-ı evvel olmuş ve yararlık göstermişti.”

 

Rıza Tevfik, kendi başından geçen bir iftira olayını da şöyle nakleder: “Rıza Tevfik, nezarethanede geçirdiği tutukluluk günlerinin sonuna doğru bir gün ansızın huzura çağırılıp:

"Rıza efendi, kabahatin olmadığı sabit oldu, artık serbestsin!" denilmek suretiyle önüne de bir kese para bırakıldıktan sonra:

- "Padişahımızın ihsan-ı şahânesidir; şimdi var padişaha dua et!" iltifatıyla, kendisinden devlet ve millete hizmet beklendiği belirtilince, oldukça şaşırır. Hemen ardından bu teklifi gayet nazik bir şekilde reddederek:

- "Mademki bana bîgünah olarak bu eziyeti yaptıkları anlaşılıyor, o halde bana iftira etmişlerdir. Bu hafiyeler her kim ise, mutlaka cezalandırılmasını isterim!" diyerek bir süre ayak direr. Fakat onun bu tür itirazlarına karşılık görevli memurlar:

- "Böyle şey olmaz oğlum... Haydi sen git, istirahat et, sakin ol!" sözleriyle onu teskin etmeye çalışırlar.

 

Rıza Tevfik ise hakkındaki söylentiyi duyduktan sonra, tam bir kararsızlık içinde böyle bir zan altında dolaşırken, daha önce kendisini jurnalleyen kişinin bir Ermeni kitapçı olduğunu öğrenince, gidip bir gün Babıali'de kitapçı Ohannes'i fena halde hırpalar.”

 

Rıza Tevfik, bir toplumun ve ülkenin geri kalışını ya da ilerlemesini yönetim tarzından ziyade insan tipleriyle açıklamaktadır. İstanbul'da yaşayan halkın fitri zekâsına vurgu yaparak, şehrin o tarihlerde bile ülkenin değişik yörelerinden gelmiş cesur, zeki ve müteşebbis insanlarla dolu olduğunu belirtir. Ancak, bu insanların memleketi geri kalmaktan kurtaramadığını ifade eder. Rıza Tevfik'e göre, Türk halkının sahip olduğu fitri zekâ veya kurnazlık, keşif ve ilerleme konusunda memlekete en küçük bir fayda sağlamamakta, bu zeki ve cesur insanlar da memlekete hizmet etmek yerine birbirlerinin ayağını kaydırmakla meşgul olmaktadır. Rıza Tevfik, ülkenin geri kalmaktan ancak şahsî teşebbüsle kurtarılabileceği görüşünü savunur, başkalarının sırtından para kazanmak yerine bireysel girişimlerin önemine dikkat çeker.

 

Sonuç olarak, Rıza Tevfik’in kardeşi Ahmed Nazif’in ve başına gelenler konusundaki trajik hikayesi, hafiyelik, kulakçılık ve jurnalcilik faaliyetlerinin toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini açıkça ortaya koymaktadır. Bu olay, sadece bireysel trajedilerle sınırlı kalmayıp, toplumsal güveni ve adaleti zedeleyen bir süreç yaratmıştır. Sultan Abdülhamid dönemi ve sonrasında yaşanan bu tür olaylar, yönetim sistemindeki zaafları ve bireylerin kişisel menfaatler uğruna neler yapabileceğini göstermektedir.

 

Tarih, sadece geçmişte yaşanan olayları hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda dersler çıkarmamızı sağlar. Ancak, ibret almayan toplumlar, tarihlerini tekrar tekrar yaşamak zorunda kalırlar. Bu nedenle, hafiyelik, kulakçılık, dalkavukçuluk ve jurnalcilik gibi olumsuz uygulamalardan ders çıkararak, toplumun güvenini ve adaletini tesis etmek için çalışmalıyız. Gerçek vatanperverlik, hile ve desiselerle değil, dürüstlük ve adaletle mümkündür. Rıza Tevfik’in yaşadıkları, bugünün ve geleceğin yöneticilerine, siyasi partilere, devlet ricaline ve aydınlarına önemli bir uyarı niteliğindedir.

Diğer Yazıları

Yorum Yaz