Banga Öcalan: 27 Şubat Bir Gün sürecek

Banga Öcalan: 27 Şubat Bir Gün sürecek

Anne-Marie Thiesse, "Bir ulusun asıl doğuşu, bir avuç insanın onun mevcut olduğunu açıkladığı ve bunu kanıtlamaya giriştiği andır." der. Thiesse, bu tespitle ulusun varlığının doğal veya ezelden beri var olan bir gerçeklik değil, belirli bir dönemde, belirli bir kesim tarafından inşa edilen ve ortaya konulan bir fikir olduğunu vurgulamaktadır. Bununla birlikte, milliyetçilik teorisyenleri arasında yer alan Gellner, Anderson, Giddens ve Hobsbawm gibi önemli isimler, ulusların inşasında seçkinlerin rolünü de inkâr etmeden modern ulus-devletin belirleyici bir rol oynadığı görüşünü savunmaktadır. Bu teorisyenlerden bazıları (Anderson), matbaanın etkisini vurgularken, bazıları ise sanayi toplumunun (Gellner) ulusların oluşumundaki belirleyici unsur olduğunu öne sürmüştür. Bazıları da “şiddet tekelinin” (Weber, Giddens) otonom güçlerden alınarak merkezi bir gücün denetimine verilmesinin daha başat bir rol oynadığını iddia etmişlerdir.

Devlet, bir grubu millet olduğuna ve üstelik tarihte hiç var olmadığı bir biçimde, kesintisiz bir süreklilik içinde millet olduğuna ikna edebilir. Ulus bilincinin dışında kalan her tarihsel merhale, yanlış bilinç yahut bir sapma olarak değerlendirilir. Böylece ulus, tarihsel süreçte karşısına çıkan tüm badireleri aşarak kendi teleolojik amacına yönelir ve nihayetinde, Hegelci anlamda, devlet suretinde kemale ererek kendini gerçekleştirmiş olur.

Brass’a göre, seçkinlerin rolü de bu aşamada ortaya çıkar. Bu süreçte seçkinler, ulusun inşasında hangi kültürel unsurların seçilmeye değer olduğu, hangilerinin göz ardı edilmesi gerektiği ve hangi tarihsel merhalenin ulusun doğal gelişim çizgisinin bir parçası, hangilerinin ise bir sapma olarak değerlendirilmesi gerektiği konusunda belirleyici bir rol oynar. Kültürün malzeme deposundan seçilen unsurlar, belirli bir anlatının içine ustaca monte edilir; mitler, semboller ve geçmişe ait fragmanlar, daha önce hiç var olmamış bir kolektif hafızanın yanılsaması içinde yeniden üretilir. Ancak bu üretimin kendisi, en büyük yanılsamadır: Geçmişin parçaları, bir sinemacı titizliğiyle montaj edilirken ulusal kimlik, tam da bu çarpık ilişkiler ağı içinde şekillenir ve meşruiyet kazanır.

Renan, "Ulus nedir?" sorusunu yanıtlarken bu olgunun erken bir aşamada nasıl şekillendiğini şu sözlerle ifade eder: “Tarihin unutulması veya yanlış yazılması, bir millet olmanın parçasıdır.” Bir millet, ancak geçmişi belirli bir anlatıya uygun şekilde çarpıtılarak bugünden yazılır. Aktay’ın ifadesiyle, “O kadar bugüne ait ki, genellikle yalın haliyle gerçek çok cazip gelmemektedir. Bugünden idealize edilen geçmiş zamanda yaşanan gerçek acaba yaşandığı esnada yaşayanlarına da aynı şeyi hissettirmiş midir?” Atalarımızın ne düşündüğü ve ne hissetiği ile gerçekte ilgilenmeyiz. Çünkü geçmiş bizim için hakikatin değil, bugünün ideolojisinin hizmetindedir.

Ulus, oldukça geç bir dönemde ortaya çıkmış bir hikâyedir. Anderson’ın deyimiyle , modern zihinlerin kavramakta zorlanacağı bir karmaşaya, bir keşmekeşe sahip olan bir hikâyedir. Kedourie’nin tespitine bakılacak olursa neden keşmekeş olduğu daha iyi anlaşılır. Orta Çağ’da, "millet" kavramı bugünkü anlamından oldukça farklıydı. Örneğin, Fransız Milleti denildiğinde yalnızca Fransızlar değil, İtalyanlar ve İspanyollar da dâhil olmak üzere Latince konuşanlar kastediliyordu. Benzer şekilde, Picardie Milleti Hollandalıları, Normandiya Milleti kökleri kuzeydoğu Avrupa’ya dayananları, Alman Milleti ise yalnızca Almanları değil, aynı zamanda İngilizleri de içine alan geniş bir anlam taşıyordu. Çok değil, bundan yalnızca bir yüzyıl önce, Türkiye içinde de "millet" kavramı günümüzdekinden çok farklı bir anlama sahipti. Osmanlı yönetimi için en temel ayrım Müslümanlar ve gayrimüslimler arasındaydı. Millet, Kürtleri ve Türkleri birlikte kapsayan geniş bir topluluk anlayışını içermekteydi. Bu dönemde millet, etnik temelli bir kimlikten ziyade, dini ve siyasi bağlarla şekillenen bir yapı olarak görülmekteydi. Fakat denilebilir ki öyleydi ama köprünün altından çok sular geçti. Bugün bu söylemler romantik, nostaljik tarihsel bir özlem olarak görülebilir ya da öyle olmakla suçlanabilir.

Thiesse’in sözüne geri dönersek, bir avuç insan, bir ulusun varlığını tuhaf hikâyeler ve kurgularla kanıtlamaya giriştiğinde, insanlar buna ikna olabilir. Ulusçuluk çağında, bir kurgu üzerine rahatlıkla yeni bir ulus inşa edebilirsiniz. Dahası, atalarınızın da aslında bu kurgunun gerçekliği içinde yaşadığına inanırsınız. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Kürtlerin bir asrı aşan tarihsel varlığı ve bu süreçte maruz kaldıkları inkâr, asimilasyon ve direniş pratikleri, ulus inşasının ve ulusçuluk ideolojisinin nasıl şekillendiğini gözler önüne seren en çarpıcı örneklerden biridir.

Bir topluluğu millet veya ulus olduğuna ikna etmek zor değildir; zira bu süreci mümkün kılan sosyo-politik ve tarihsel koşullar mevcuttur. Seçkin bir grup, ideolojik araçları kullanarak bu kimliği inşa edebilir ve geniş kitlelere yayabilir. Ancak, bir topluluğun varlığını inkâr etmek, hatta devlet aygıtının tüm imkanlarını seferber ederek dillerinin, kültürlerinin ve tarihsel varlıklarının bir yanılsama olduğu düşüncesini kabul ettirmek mümkün değildir. Çünkü inkârın kendisi, ağır bedeller ödeme pahasına kaçınılmaz olarak bir reaksiyon doğurur. Bir grubun kimliğini baskılamak veya asimilasyon yoluyla eritmek, beklenenin aksine, onun varlığını daha da belirgin hâle getirir. Nihayetinde, ulus inşa etmek ne kadar kolay ve hızlı bir süreçse, bir halkın varlığını inkâr etmek ve bu inkârı mutlak bir hakikat gibi kabul ettirmek bir o kadar zordur. Türkiye’de bunun mümkün olmadığı acı bir şekilde tecrübe edildi.

Tuhaf ama bana, Kürtlerin aslında dağ Türkleri olduğu, kara basarken çıkan kart-kurt seslerinden adlarını aldıkları masalı—yahut yalanı, artık her neyse—Kürtlerin İskandinav kökenli olduğu, Vikinglerin soyundan geldiği iddiasından daha makul gelmiştir. Denizle doğrudan bağlantısı olmayan bir coğrafyanın halkını Vikinglerle özdeşleştirmek, resmî anlatıya karşı bir karşı-mitoloji üretmekten başka bir şey değildi. Biri inkârı meşrulaştırmak için zorla dayatılan bir söylem, diğeri varlığı temellendirmek için sunulan bir ikna çabasıydı. Yok sayılmaktansa, başka bir kökene yaslanarak var olmak, inkârın karşısında bir alternatif üretmenin bir yolu olarak daha cazip görünür. Kürtçenin inkâr edilmesine rağmen yok edilememesi ve hatta ulusalcılıkta en ileri noktaya ulaşan kesimlerin Kürtçeyi bilmemesi, (Başka bir yazının konuus olmakla birlikte) ulusçuluğun paradokslarından biridir.

Neticede tek bir milletten iki farklı hikâye inşa edildi ve bu süreçte, geçmişin farklı yorumlanması nedeniyle ağır bedeller ödendi. Bugün ise geçmişi referans alarak yeniden bir araya gelme arayışı, kurgular ve yalanlarla yeni bir yapı inşa etmeye çalışmaktan daha makul bir yol olarak görünmektedir.

Bir 28 Şubat günü, kuruluş sürecinde anlatılan masalların artık sorgulanamaz olduğu, bununla yaşamaya alışmanın bir zorunluluk hâline geldiği ilan edilmiş ve bu durum askeri gücün tüm imkânlarıyla dayatılarak teminat altına alınmıştı.

27 Şubat’ta Abdullah Öcalan’ın yaptığı çağrı ise, asgari bin yıl süreceği varsayılan bir paradigmanın yıl dönümüne bile denk gelmeyen bir günde, onun tarihten silinmesi için bir tartışmanın fitilini ateşlemiş görünüyor. Sürecin nasıl ilerleyeceği henüz belirsiz olmakla birlikte, ulus-devlet paradigmasına dayalı iki büyük kurgudan biri bugün, “Varlığımız varlığınıza borçluydu.” diyerek resmen kendini feshettiğini duyurdu.

Öcalan bunu şu sözlerle dile getirdi: “PKK, tarihin en yoğun şiddet yüzyılı olan 20. asırda, iki dünya savaşı, reel-sosyalizm ve dünya genelinde yaşanan Soğuk Savaş ortamı, Kürt realitesinin inkârı ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere birçok alandaki yasaklardan kaynaklı oluşan bir zeminde doğmuştur.”

Öcalan’ın bu sözleri, PKK’nın varlık koşullarını yaklaşık 40 yıl önceki ulus-devlet kurgusuna bağladığını gösteriyor. Şimdi, o kendini feshettiğine göre, onun karşısındaki kurgunun da bu yeni gerçeklik karşısında nasıl bir yön tayin edeceği asıl merak konularından biri olarak kaldı.

Kaldı çünkü şu ana kadar yapılan açıklamalardan hareketle ifade edilecek olursa, bu sürecin belirli bir çerçeveye oturtulması adına herhangi bir ek koşul veya talebin ileri sürülmediğini göstermektedir. Dolayısıyla, alternatif olarak, ikinci büyük ve birincisine sebep olan daha komplike kurgunun da kendi varlık nedenini sorgulayıp sorgulamayacağı veya nasıl bir yön tayin edeceğidir.

 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz