Bana Kültüre verdiği adı söyle sana kim olduğunu söyleyeyim
Geçen hafta bir günlüğüne Diyarbekir’e gitmiştim. “Banga Heq ji Kelhaamed” (Diyarbekir kalesinden yükselen hak çağrısı) adlı derginin, yayın hayatına başlamasının 16. Yıldönümü münasebetiyle düzenlenen panelde Kültür kavramı üzerine, Arapça (es-Sekafe/anne sütü), Farsça (Ferheng/değerlerin sözlü ifadesi) ve Fransızca (Kültür/ziraat) şeklindeki adlandırmalar (Türkçedeki “hars” ve “ekin” ile Kürtçedeki “çand” Fransızcadaki adlandırmanın tercümesidir ve orijinal adlandırmalar değildir) bağlamında Kürtçe bir konuşma yaptım ve aynı gün akşam İstanbul’a döndüm.
Ertesi gün, o bir günlük izlenimlerimi düşünürken, ne yoğun bir gün geçirmişim dedim. Aslında akşam uçağında, Diyarbekir’den İstanbul’a kadar durmadan sızlayan ayaklarımdan günün alabildiğine yoğun geçtiğini anlamalıydım. Halbuki ben, ayaklarımın sızlamasını, önümdeki koltukta iki saat boyunca muttasıl ağlayan, anne ve babasının onca çabalarına rağmen susmayan ve tabi benim rahat bir şekilde ayaklarımı uzatmama fırsat vermediği için gerilmeme neden olan bir yaşlarındaki çocuğun verdiği eziyete bağlamıştım. Meğer belimi sızım sızım büken şey, Diyarbekir özelinde olup bitenlerle ilgili olarak duyduklarımın ağırlığıymış. Hanıma kalsa, Diyarbekir serpme kahvaltısında yediğim billur gibi baldan ve akşam yemeğinde şişlere dizilmiş nar misali kızarmış ciğerlerden kaynaklanıyordu ayaklarımın sızısı. Bu arada kahvaltı salonunda Kürtçe hizmet veriliyordu ve adı da “Pîne” değildi. Yine bu arada Diyarbekir’in eskisinden daha fazla Kürtçe konuştuğunu gözlemlediğimi söyleyeyim. Yani “anniyem, qonuşamiyem” dönemi geride kalmış, “hem anniler, hem qonişîler”. Dillerine kuvvet. Tekraren bu arada, Tükçe de yasak değildi.
Şimdi gelelim, belimi büken, onu da aşıp ayaklarımı yangın yerine çeviren duyumlara. Biri anlattı. Diyarbekir Belediyesi, yeni site projelerinde, öteden beri bilinen ve teamül haline gelen şekliyle (yasalarda böyle bir zorunluluk var mı, yok mu bilmiyorum), meydan, okul, cami üçlemesinden camiye yer vermiyormuş. Bir hayırsever arsa verecek olsa, bu sefer de yapımına destek vermiyormuş. Talep edildiğinde ise, gidin müftülükten isteyin, diyorlarmış. Hatta bu yeni mahallelerden birinde, cemaat cami için tahsis edilen bir arsada prefabrik bir mescit yapmış, belediye gelip onu da yıkmış.
Bir başkasının anlattığı olay ise, gerçekten insanı derin bir hüzne gark edecek cinstendi. Diyarbekir belediyesi, çevre köylerde, sanat, kültür (yani “ekin” ve yani “çand”), müzik, sosyal faaliyetler eğitimini veren “Köy Komünleri” açıyormuş. Söylediğim gibi köylü çocukları buralarda çağdaş, medeni, uygar, hatta gelişmiş batı kültürü doğrultusunda eğitiliyorlarmış.
Resmen “Köy Enstitüleri” kurmuşlar dedim. Tek parti CHP’sinin temsil ettiği Türk Kemalizminin, yetmiş yıl geriden gelen kötü bir kopyasıdır bu Kürt Kemalizmi, diye de eklediğimi anımsıyorum.
İsim ile müsemma (ad ile adlanan) arasında varoluşsal bir bağ var. İsim, müsemmayı yansıttığı gibi, müsemmayı etkiler de. İnsanı cinlerden ve meleklerden üstün kılan şey, Kur’an’ın vurguladığı gibi, ona bahşedilen “ad koyma” niteliğidir. İnsan, hazır bulduğu varlık alemini, önce anlamaya çabalar, sonra bu anlama çabası aşamasında varlığın en fazla öne çıkan niteliğini esas alan bir isimlendirme yapar ve bu isimlendirme ile de varlığa değer katar, değer üretmesinin önünü açar. Bu, Kur’an’ın sahih adlandırma ile ilgili olarak bize kazandırdığı bilinçtir. Yine Kur’an’ın bize anlattığına göre, bunun yanında bir de ifsat edici, değersizleştirici, çürütücü paralel bir adlandırma çabası var. İblis’in ve onun yeryüzündeki putperest yardakçılarının adlandırmaları bu kabildendir. Kur’an bu taifenin adlandırmalarını “sizin ve atalarınızın koydukları kuru isimler” olarak nitelendirir.
Önce Türk Kemalizmi, bu ifsad edici adlandırmanın ilk adımı olarak Fransızcadan tercüme “hars” ve “ekin” isimlerini kullanmaya başladı, toplumumuz maddi ve manevi değerler bütünü için. Geçen süreç ile birlikte isim, müsemma üzerindeki etkisini gösterdi ve ortaya, Türklerin sahih dinden kaynaklanan maddi ve manevi değerleri ile ilgisi olmayan, tamamen Fransa’nın ve elbette batının maddi ve manevi değerlerini benimseyen kuşaklar ortaya çıkardı. Yani, isimlendirme ile ekilen tohum (ekin-hars-ziraat), atalarının sahih dinin etkisiyle koydukları isimlerin etkisi ile ortaya çıkan maddi ve manevi değerleri ortadan kaldıran, geride kalan kalıntılarına, izlerine, sembollerine düşmanlık eden bir nesil yeşerdi. Ekin, Kur’an’ın deyimiyle “şeceretu’l mel’une” (lanetli ağaç) “melun meyvesini” verdi.
Kürt Kemalizmi de “çand” (ekin-ziraat-kültür) isimlendirmesiyle aynı tohumları ekmeye başlıyor görüldüğü kadarıyla. Diğer bir ifadeyle Türk kemalizminin girmeye zorlandığı Kürt mahallesine, onun adına aynı tohumları ekmek amacıyla nüfuz ediyor. Öteden beri gözlemlediğimiz lanetli meyvelerin daha acılarını, hatta daha zehirlilerini bekleyebiliriz bu yüzden.
Diyeceğim o ki bu bir Türkçe “ekin” ile Kürtçe “çand” çatışması değildir. Islah edici sahih isimlendirme ile ifsad edici uyduruk isimlendirme arasındaki bir mücadeledir. Sahih bir nesil için atılacak ilk adım, sahih bir adlandırmadır. Mesela “Kelhaamed” “çand” yerine, Kürtçenin halis muhlis kelimesi olan “ferheng”i kullanabilir.