Ayasofya ve Siyasal Ol(may)an

Ayasofya ve Siyasal Ol(may)an

Dört yıl önce bu zamanlar, evlere kapanan dünya bir yandan günlük ölüm istatistikleri takip edip diğer yandan George Floyd’un katliyle batıda sokaklara dökülen milyonlarla sarsılırken Ümmetin gündemine bir mesele daha girdi: Ayasofya’nın 86 yıl aradan sonra yeniden camiye dönüştürülmesi ve 24 Temmuz 2020’de pandemiye rağmen yüzbinlerin katılımıyla bunu taçlandıran ilk Cuma. Dönemin Türkiye iç siyaseti tartışmalarına rağmen “Ümmetin gündemi” ifadesini özellikle kullanıyorum zira hem Cuma cemaatine bakıldığında hem de uluslararası medya takip edildiğinde konunun Türkiye sınırlarını aşarak, dünya Müslümanlarınca sahiplenilmiş olduğunu görmek mümkündü. Senegalli Ebubekir Abdo’nun Ayasofya’dan Ümmete seslendiği “işinizi gücünüzü bırakıp buraya gelin” videosunu pek çoğumuz sosyal medyadan ve televizyonlardan zaten izlemiştik. Ancak o Cuma’da yan yana saf tutan Sudanlıyla Türkün ötesinde, İslam dünyasında yazılıp çizilinler de bu ulusötesi durumu gösteriyordu. Kişisel tecrübem de bu gözlemden çok farklı olmadı. Mesela o sıralar katıldığım, dünyanın çok farklı yerlerinden Müslümanların bulunduğu akademik bir toplantıda konu bir şekilde Ayasofya’ya bağlandı ve Türkiye içindeki tartışmaların bir benzerini bu sefer Türkçe bile bilmeyen Müslümanlardan dinledim. Birisi Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethi örneği üzerinden çekincelerini dile getirirken, bir diğeri Erdoğan bunu iç siyaset – seçim için yapıyor diyerek karara karşı çıktı. Diğer katılımcıların bir kısmı ise Müslümanlar için tarihi ve sembolik önemini vurgulayarak cami olmasını desteklerken, bir kısmı da benzer şekilde Ümmet bilincine referansla karara sevindiklerini dile getirdi.

 

Hikâyenin bir yönü her ne kadar Ümmet için bir bayram havasına işaret etse de, müzeden camiye çevirme kararı bazı Müslümanların da dahil olduğu uluslararası bir tepkiye de yol açmıştı. Hz. Ömer örneği gibi istisnalar hariç, bu eleştirilerin büyük çoğunluğu milliyetçilik, dinin araçsallaştırılması, popülizm, çoğulculuk, dinler arası diyalog, dünya mirası ve tabii ki laiklik üzerinden olmuştu. Hatta, bu itirazların birçoğu hala devam ediyor. Birbirinden farklı ve çok çeşitli gibi görünseler de aslında bu eleştirileri temelde iki grup olarak tasnif etmek mümkün. Birincisi, caminin, müzenin aksine, çoğulcu olmadığı ve olamayacağı yönündeki iddialar. Bu iddiakilerin cevap vermesi gereken ancak veremediği soru ise, müzeyi camiden daha kapsayıcı, hoşgörülü ve çoğulcu kılan şeyin ne olduğu sorusu. Ve bu soru, Ayasofya’nın tarihi düşünüldüğünde daha da önemli bir hale geliyor.

 

Bildiğimiz üzere Ayasofya başlangıçta bir kilise olarak inşa ediliyor. Hatta, Haçlılar tarafından yağmalanıp Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı bir katedrale dönüştürüldüğü 1204-1261 arası hariç, çoğunlukla İmparatorluk Kilisesi olarak hizmet ediyor. Bu anlamda, Ayasofya, Doğu Roma İmparatorluğu’nun da siyasi gücünün bir simgesi. Bu simgesel güç İstanbul’un fethiyle de devam ediyor. Zira fetihle birlikte aynı zamanda “Roma İmparatoru” da olan Fatih Sultan Mehmet, ilk Cuma namazını Ayasofya’da kılıyor ve bu İmparatorluk Kilisesi’ni fethin sembolü olarak camiye çeviriyor. Özetle, Ayasofya’nın statüsü hiçbir zaman sıradan bir ibadethaneninki gibi değil. Aksine, siyasi otoritenin, hegemonyanın, gücün en önemli tezahürlerinden birisi olmuş tarih boyunca. Kemalizm’in tepeden inme müzeye çevirme kararı da bu siyası mirasın bilinciyle, Ayasofya’yı laikleştirmek ve böylece İslam’dan arındırmak için atılmış bir adım. Zira Ayasofya’nın cami olarak kalması, coğrafyanın ve siyasetin Müslümanlığını, İslam’ın gücünü, Osmanlı mirasını ve “doğulu” olmayı simgeliyor. Bütün bunlar da yeni Cumhuriyet için modern, laik ve gelişmiş batının karşısında bir utanç kaynağı. Bu çok kısa Ayasofya tarihi üzerinden düşünüldüğünde, müzeden camiye dönüştürme kararına getirilen çoğulculuk eksenli eleştirileri Kemalizmin devamı olarak okumak mümkün. Çünkü, bu anlatıda batı(lı) ve laik(lik) olan, normal ve standart kabul edildiği için doğal üstünlüğe sahip. Dolayısıyla da bir müze bir camiden her zaman üstün ve “normal” olduğu için daha kapsayıcı. Anormal olan, standardın dışında kalan, laik olmayan, İslami olan ise gerekçelendirilmeye muhtaç. Müslümanlar, normalin dışında kaldıkları için Müslüman olarak verdikleri her kararı normale referansla meşrulaştırmak zorunda.

 

Bu argümanın daha ılımlı veya örtük bir versiyonu da mekânın yarı kilise yarı cami olarak korunması veya kiliseye dönüştürülmesi talebi. Bazı Müslümanların da savunduğu bu talep de yine kapsayıcılık, hoşgörü ve çoğulculuk adına dile getiriliyor. Camiyi, yani Ayasofya’yı bahsettiğim siyasi bağlamından koparan bu yaklaşım, aslında İslam’ın/caminin tamamen siyasetin dışında bırakılması ve siyasetin İslamsızlaştırılması gerektiğini de iddia etmiş oluyor, hatta varsayıyor. Zira, eğer Ayasofya’yı siyasal bağlamından koparmasalardı veya tarihini yok saymasalardı, Fatih’in Bizans İmparatoruyla beraber (eş-)hükümdarlık yapması gerektiğini, veya İstanbul’u hiç fethetmemesi gerektiğini, hatta daha da fazlası, şuan İstanbul’un veya Türkiye’nin, Yunanistan ile ortak olarak ya da direkt Yunanistan tarafında yönetilmesi gerektiğini söylemeleri gerekirdi. Çünkü Müslümanların hoşgörülü olduklarını ispatlaması için eş-yönetim veya yönetimin tamamen devri şart olurdu, tıpkı Ayasofya için şart gördükleri gibi. Bunların hiçbirini söylemeyeceklerini de bildiğimize göre, yarı kilise yarı cami talebiyle gelmenin tek yolu, bin yıllık tarihini silerek ve camiyi dışarda bırakmak suretiyle siyaseti İslamsızlaştırarak, Ayasofya’yı siyasi bağlamından koparmak anlamına geliyor. Basitleştirmek gerekirse, hoşgörü gereği İstanbul’u Yunanistan’a verelim demezken; hoşgörü, Ayasofya’yı kilise yapmayı gerektirir demenin tek yolu, caminin (ve kilisenin) hiçbir zaman siyasetle ilişkili olamayacağını iddia etmek. Ayrıca, bu tarz iddialar Müslümanlığın pratiğini kültür, dinler arası diyalog, maneviyat gibi, Schmittçi anlamda siyasal olanın dışında kalan alanlara indirgiyorlar. Müslümanlığın manevi-kültürel alanda ve kapsayıcılık, hoşgörü, barış vb. yoluyla ifade edilmesini kabul, hatta takdir ederlerken, çatışmada, yani siyasal alanda ifade edilmesine karşılar.

 

İkinci grup olarak sınıflandırabileceğim iddialar, aslında Müslüman siyasal kapasitesini yok sayan bu indirgemecilikle de ilgili. Bu gruba göre, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kararı, siyasal kaygılarla alındığı için yanlış. Mesela İhsan Eliaçık’ın, o dönemki, Ayasofya’nın bir dinin değil, sınıfın sembolü olduğu; kralların ve sultanların mabedi olarak zulmün merkezi olarak görüldüğü; köle emeğiyle yapıldığı ve oy arttırmak için camiye çevrildiği yönündeki açıklamaları bu grubun bir parçası. Hatta, bu grubun içinde, oy kazanmak gibi “ulusal”, iç siyaset referanslı eleştirileri Ümmet/İslam ve ulus-devlet karşıtlığı bağlamında öne sürerek, İslam’ın iç siyasete meze edildiği ve Ümmet söyleminin samimi olmadığı eleştirileri de mevcut. Fakat, Ayasofya’nın “ulusal” siyasi kaygıların bir parçası olması tek başına neden yanlış olsun? Ulusalın veya ulus-devletin tercihlerimizden bağımsız olarak bir anda değiştiremeyeceğimiz bir gerçeklik olduğunu düşünürsek, aktif siyasetteki aktörlerin eylemlerinin, isteyerek ya da istemeyerek, az ya da çok, ulusal siyasetle ilgili olması anlaşılabilir, hatta kaçınılmaz bir durum. Burada belki (ulusal) siyasi kaygıların iki yüzlülük, dinin kötüye kullanılması, seçmeni kandırma ve samimi olmama gibi ahlaki olmayan tutumlara sebep olabileceği gündeme getirilebilir, ki bu tutumlar bir kararın, eylemin, genel olarak siyasetin meşruiyetini yitirmesi için yeterli. Ancak, muhalefetin desteği için olmasa bile, var olan siyasal otorite için Ayasofya kararında bu tutumlardan bahsetmek olası değil. Zira, İslam’ın toplumsal hayattan silinmesini simgeleyen bir Kemalist ikon olarak gördükleri Ayasofya’nın, tekrar camiye çevrilmesi, aralarında Erdoğan’ın ve iktidardaki pek çok ismin de bulunduğu dindarların, genel ifadesiyle İslamcıların çok eski bir hayali. Ve bu hayal Türkiye ulus-devlet sınırlarına sıkışıp kalmış da değil. Çünkü öyle olsaydı başta zikrettiğim gibi “Ümmetin gündemi” de olmazdı. Hatta yükselen eleştiriler de bir açıdan bu ulus-ötesi durumun nişanesi.

 

Mesela, yine ikinci gruba dahil edebileceğim Güney Afrikalı ilahiyatçı Farid Esack, Eliaçık’ı da alıntılayarak, Ayasofya, emperyalizmi, kanı, maddi gücü ve serveti simgelediği için, “evsizler için bir barınak, hastalar ve muhtaçlar için bir hastane, bilinçlendirme için radikal bir eğitim veya sanat merkezi, ya da iç bahçe gibi bir şeye” dönüştürülmeli diyor. Fakat, küresel ölçekteki ayrımcılık dolayısıyla zikrettiği “gibi” mekanlar, zaten güç ilişkilerine göre hizmet ederken, güçten ve siyasetten bağımsız bir “şeyin” olabileceğine inanmak en hafif deyişle naiflik. Hastaneye ve barınağa dönüştürme kararı kadar, oraya kabul edilecek “hasta” ve “evsiz” de gücün ve siyasetin kararıyla varlık kazanıyor. Evsizi, muhtacı, hastayı, eğitimi, sanatı tanımlayan bir otorite var. Maddi güç ve para olmadan sanat merkezi nasıl inşa ve finanse edilecek, hastaların ve evsizlerin ihtiyaçları nasıl temin edilecek ve güvenlikleri nasıl sağlanacak, bunlar “gibi bir şeye” dönüştürmeye karar veren otorite başka bir şeye dönüşmesini isteyenlerle karşı karşıya gelmeden, yani siyaseti ve gücü dışarıda bırakarak bu kararı nasıl verecek ve gerçekleştirecek? Siyaseti ve gücü dinden ayırarak kabul eden ilk grup iddialardan farklı olarak, ikisini de direkt ahlaken olumsuzlayan ve reddeden ikinci grup iddiaların temel sorunu bu tarz sorulara cevap verememek ve bunun sonucunda, kendi varlıklarını da imkânsız kılmak. Çünkü siyaset ve güç yoksa belki kötülük olmaz ama iyiliğin de olması mümkün değil. Dolaysıyla Ayasofya’yı barınak veya bahçe yapacak karar cami yapandan daha az siyasal değil ve maddi güçle, servetle daha az ilgili değil. Hatta yeniden camiye dönüştürme kararının Ümmet içinde bir bayram havası estirdiğini düşününce, cami olmasını talep eden çoğunluğu dışlaması bakımından, muhtemelen daha siyasi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Diğer Yazıları

İslamcılar Aslında Yok Mu?

İslamcılar Aslında Yok Mu?

  • 23.07.2024 / 19:30

Yorum Yaz