Astro-Klor

Yıllar evvel, kızımın yaz okulu vesilesiyle kısa süreliğine İstanbul’da yaşadım. Sabahları kızımı okuluna bıraktıktan sonra ilçe kütüphanesine gidip çalışıyor, akşam alıp eve geçiyordum. Kütüphane, eski üç katlı bir İstanbul evinden dönüştürülmüştü. Dönüştürülmüş dediysem, fiziksel bir müdahale değil, sadece büyük odalarına raflar dizilmiş, mutfağı banyosu, kapısı penceresi olduğu gibi duruyordu. Edebiyat/fikir kitapları da vardı kuşkusuz, fakat en çok üniversiteye hazırlık kitapları dolduruyordu rafları. Bu da kullanım amacını ele veren bir ipucuydu gözümde.
Yaz aylarıydı, sınava hazırlanan öğrenciler tatilde olduklarından olmalı, kütüphane genellikle boştu, çoğu zaman tek müşterisi ben idim. Beş-altı kişilik kütüphane personeli için, adeta ikinci bir ev/aile ortamı halini almıştı. Yemekler yapılıp birlikte yeniliyor, çaylar kahveler yapılıp birlikte içiliyordu. Tek müşteri olunca arada bir bana da ikramda bulunuyorlardı, çok çaylarını kahvelerini içtim, kocaman bir teşekkür borcum var onlara. Bir gün, sadece ikram etmekle kalmadılar, bana getirdikleri bir fincan kahve ile birlikte kendileri de gelip geniş çalışma masasının etrafına kuruldular. Tanışmak, sohbet etmek istediler. Çok sevindim, fakat ben de çantama/etrafıma bakındım ikram edecek bir şeyler bulabilir miyim diye. Bulamadım. Sadece masamın üzerinde, peçeteye sarılı halde bir-iki ramazan çöreği (bundan sonra “klor” diyeceğiz) vardı. Memlekette, her ramazanın bitiminde, arife gününü bayrama bağlayan gece, neredeyse sabaha kadar çoluk çocuk, genci yaşlısıyla tüm aile büyük bir heyecan, işbölümü ve telaşla hamuru yoğurur, açar, desen yapar, pişirir ve sererek o yılın klorunu bayram ziyaretine hazır hale getirir/di. Fakat hiçbir zaman bayramda tükenmez, ki zaten bir yıl boyunca, kim tarlaya gidecek, kuzu otlatmaya çıkacak, bir yere doğru yola düşecekse, birkaç klor atar cebine ve öyle çıkar/dı evden. Çok doyurucu bir içeriğe ve uzun süre bozulmayacak bir kıvama sahipti. Atıştırmalık olarak, yolluk olarak her zaman vazifeye hazır vaziyette bez çuvalda dururdu. Ben de bayramda ablamlara uğramış, ordan gelmiştim İstanbul’a. Ablam da, her sene olduğu gibi, payımı ayırmış, ayrılırken elime tutuşturmuştu. Her ne kadar kuzuya/tarlaya olmasa da, ben de kütüphaneye gelişlerimde acil durum butonu olarak çantama birkaç tane koyuyordum. O gün de öyle yapmış ve bilgisayarımı çıkarırken onları da masaya koymuş/t/um. Bulabildiğim tek ikramlığımı, biraz mahcubiyet ve biraz da otantik/etnik bir kültür unsurunu paylaşmanın ve gelecek yorumları beklemenin heyecanıyla misafirlerime sundum. Ve bekledim.. Önce sert kıvamıyla karşılaşılan, sonra ağızda eriyen, biraz tatlı ama çörek otu, kenevir tohumu ve enva-i çeşit baharatla yoğrulmuş klorun bıraktığı ilk izlenimi, önce misafirlerimin gözlerinde ardından ifadelerinde aramaya başladım. Misafirlerim kloru beğenmişlerdi, birçok kurabiye ve çörek türüne benzetip sonra vazgeçmişlerdi. Doğal olarak ne olduğunu, adını, menşeini sordular. İşte tam o sırada kendi hikâyesi yazıldı ve oynandı. “Mezopotamya’ya has bir çörek bu, adı astroklor. Malumunuz Sümerler, Babilliler, Asurlular, yani atalarımız, astronomide çok gelişmişlerdi, uzay ilimlerinde ileri seviyedelerdi, gözlem için çok yüksek kuleler inşa etmişlerdi. Bir gün mutlaka uzaya gideceklerine inanıyorlardı ve bunun için her türlü hazırlığı yapıyorlardı. En önemli ihtiyaçlardan biri de gıda ile ilgiliydi. Çok uzun bir yolculuk olabilirdi, orda çok uzun kalınabilirdi ve gidilen yerde, yolda yenecek bir şey mümkün olmayabilirdi, o halde bu süre zarfında ne yenecekti, yanlarında ne götüreceklerdi. Sırf bu sorun için bir gastronomi gelişti, uzun araştırmalar ve deneyler sonucunda bir formül ortaya çıktı. Hem başka gıdaya ihtiyaç duymayacak zenginlikte, hem çok uzun zaman bozulmadan dayanacak ve hem de imalatı çok kolay olan bir formüldü bu. Astronotun çöreği anlamına gelen astroklor koydular adını. Fakat biliyorsunuz, coğrafyanın aşırı hareketliliğinin doğurduğu istikrarsızlık nedeniyle uzay araştırmaları zamanla akamete uğrayıp unutuldu ve atalarımız uzaya gidemedi. Ancak o formülle ürettikleri çörekler, elden ele dolaşarak bugünlere kadar varlığını korudu. İşte size ikram ettiğim de onun bizde yapılan versiyonu. Yani anlayacağınız nerden bakarsanız en az dört bin yıllık geleneğin devamı bu. Afiyet olsun” dedim. Bakışlar bana sabitlenmiş, çıt çıkmıyor kimseden. Bir an bir kararsızlık yaşıyorum, şaka yaptığımı hemen mi söylesem yoksa daha da sürdürsem mi? Haylazlık duygularım galebe çaldı ve içime gömdüm tebessümlerimi. Biraz daha sohbet ettik ve işlerinin başına, yan odada sohbet etmeye gittiler. Ben de çalışmaya daldım. Sanırım artık ziyaretlerimin sonlarındaydım ve çok geçmeden başka nedenlerle ayağım kesildi kütüphaneden. Sonraları da şaka olduğunu söylemek için gidemedim. Ama şunu merak ediyorum; acaba benim astroklor hikâyem onlarda nasıl bir akıbete nail oldu, yer buldu? Şimdi bir fırsatını bulsam ve gitsem, dinleyicilerim orda olmaya devam ediyorlar mıdır, beni hatırlarlar mı, hikâyemi hatırlarlar mı?