Arap Dünyası Gazze’deki Soykırıma Sessiz (Mi)?

Arap Dünyası Gazze’deki Soykırıma Sessiz (Mi)?

 

Arap dünyasının, özellikle yönetim kadrosunun Gazze’deki soykırımı onayladığını söyleyemeyiz. Ancak bu sessizliğe bir anlam vermek gerekiyor. Lübnan asıllı Amin Maalouf'un ‘Uygarlıkların Batışı’ kitabı bu konuda bir açılım sağlayabilir.

Maalouf, Arap medeniyeti için şöyle der:
“Atalarımın uygarlığına hep çok bağlılık duydum; yeniden doğmasını, gelişmesini, zenginleşmesini, ışıltısına, büyüklüğüne, cömertliğine, yaratıcılığına kavuşup tüm insanlığın bir kez daha gözlerini kamaştırmasını umutla bekledim. Ömrümün günbatımında onun güzergâhını sıkıntı, hüzün, başıboş sürüklenme, felaket, gerileme, batma, yok olma gibi kelimelerle betimleyeceğim asla aklıma gelmezdi.”

Bu özlemin sadece yazara ait olmadığını söyleyebiliriz. I. Dünya Savaşından sonra müstakil devlet olmak isteyen Arapların da bir özlemidir bu. Maalouf, “Bu özlemin derinliklerinde Arapların kendilerini büyük İslam medeniyetinin bir parçası olarak görmemeleri var” der. Çünkü kendilerini büyük İslam medeniyetinin bir parçası olarak görürlerse, Osmanlı İslâm medeniyetinden ayrılmak istemeyi izah edemeyecekler.

Osmanlı, kendini hâdim-i Haremeyn olarak görürken Arapların gelişen ve yayılan milliyetçilik anlayışına teslim olmaları, kendilerini Osmanlı tarafından baskılanmış hissetmeleri yapay ve İslâm kardeşliğinin dışında kalmayı da istemiş olacaklardır. Bu ise sadece siyasi bir konu değil, aynı zamanda itikadi bir problem de doğurur.

Kendini büyük İslam medeniyetinin bir parçası olarak görmemek hissi asabiyetle ilgili olduğu kadar, Lawrence örneğinde olduğu gibi dış mihrakların Osmanlı’yı parçalamak, parçaladığı toprakları kendine bağlamak siyasetiyle de alakalıdır. Son dönemde Arap dünyasının yönetim kademesinde bu duygunun zayıfladığı gözle görülür hâle geldi. Buna sebep; yöneticilerin tahsil sürecinin en azından bir dönemini ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batı’da tamamlamalarında aramak gerekir. İkinci etken olarak da eşlerin dahli veya o yoldan gelen/gönderilen telkinlerden söz edilmektedir. Belki buna petrol merkezli siyaset anlayışını da eklememiz gerekiyor.

İkinci Dünya Savaşından sonra bu topraklarda varlık gösteren ideoloji bilindiği gibi Arapçılıktır ve bu anlayış “Pan-Arabizm” olarak bazı birliktelikler sağlamıştır. Bilindiği gibi bunların en önemlisi Mısır’da Nasır’ın öncülüğünü yaptığı BAC’tır. Hatırlayalım, Mısır ve Suriye tek bir devlet olmuştu. Bu heyecan kısa zamanda çevreye yayıldı; Irak, Libya, Lübnan ve diğer Arap ülkelerinde bir heyecan dalgası uyandırdı.

Böylece Maalouf’un rüyasını gördüğü, Arap medeniyetinin “yeniden doğuşu, gelişmesi, zenginleşmesi, mümkün olacak; Arap medeniyeti ışıltısına, büyüklüğüne, cömertliğine, yaratıcılığına kavuşup tüm insanlığın bir kez daha gözlerini kamaştıracaktı.” Bu ülkü, bütün Arapların ülküsü haline geldi. Fakat bu ideal, Arap-İsrail Savaşı ile söndü ve geriye “parçalanan ülkeler, köklerinden sökülen binlerce yıllık topluluklar, tahrip edilen soylu kalıntılar, delik deşik edilmiş kentler” kaldı.

Bundan dolayı Maalouf, “67 Arap-İsrail Savaşından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı” der. Sadece yukarıda gözetilen kazanımların kaybı söz konusu değildir, ondan daha çok ve bugünü anlamamıza yardımcı olan kalıcı bir psikolojik durum ortaya çıkar ki yazar buna “Halkların kendine karşı duydukları kin” der.

Bu kavramlaştırma konusunda Maalouf'a katılmadığımı söyleyerek iktibasa dönüyorum.
“Dünün o görkemli yaratıcılarının torunları, uygarlıklarının itibarını yükselteceklerine; matematik, mimari, tıp veya felsefede insanlık serüvenine yaptığı katkının altını çizeceklerine; çağdaşlarına Kordoba'nın, Granada'nın, Fas'ın, İskenderiye'nin, Sirte'nin, Bağdat'ın, Şam'ın veya Halep'in parlak devirlerini hatırlatacaklarına, emanetçisi oldukları mirasa layık olmadıklarını gösteriyorlar. Hatta uygarlıklarının aleyhinde olanları haklı çıkarmak istercesine, o uygarlığa âşık olanların yüzünü sanki bilerek kızartıyorlar. Eskiden Araplardan nefret edenlerin yabancı düşmanlığından ve sömürgecilik özleminden şüphe edilirdi; bugün ise herkes modernite, laiklik, ifade özgürlüğü veya kadın hakları adına hiç vicdan azabı çekmeden onlardan nefret etme hakkını buluyor kendinde.”

Gerçekten sorulması, sorgulanması gereken bir konudur bu. Bir zamanlar tıp, matematik, coğrafya, fizik, astronomi gibi konularda öncü olan, dünya bilim tarihini değiştiren, felsefi derinliği ile Batı’nın önünde olan Arap dünyası son 80-100 yılda, bu kadar zenginliğine, imkanlarına rağmen neden bilim, teknik ve fen alanlarında yok?

Maalouf, bu durumu “kendilerine ve kaderlerini ellerine alabilme kabiliyetlerine karşı duyulan güven eksikliği” olarak tanımlıyor. Yazarın genellemesini doğru bulmamakla birlikte haklı olduğu yerler var. Şöyle devam ediyor:
“Bu hiçbir halka, bir etnisiteye veya bir dinsel cemaate özgü bir durum değildir. Bir sömürgecinin, bir işgalcinin, bir metropolün omuzlara çöken otoritesine uzun süre maruz kalan herkeste vardır” ve “hemen bütün üçüncü dünya ülkeleri böyledir.”

Maalouf’un bu bakışını oryantalist bulduğumu söylemeliyim. Gerekçesi de çok ilginç ve spekülatif:
“Yüzyıllar boyunca buyruklar Araplara İstanbul'dan, Babıali'den gelirdi. Zaman zaman Cebel'de bir emir isyan eder, kendine bir derebeylik kurar, ittifaklar oluşturur, iki üç zafer kazanırdı. Ne yazık ki Saray her zaman tepkisini gösterir; isyancı yenilip yakalanır, sonra da zincire vurulup rutubetli bir zindana atılırdı. Cebel-i Lübnan ancak Osmanlı'nın son zamanlarında, artık sultana kendi şartlarını dayatabilen çok daha güçlü hükümdarlar ortaya çıktığında onların cenderesinden sıyrılabildi.”

Osmanlı döneminde bir dereceye kadar doğrudur. Fakat, Maalouf’un, “Cebel-i Lübnan’da Arapların özgüvenleri eksik, bu durumu ancak geçmişin tozlu raflarından çıkarıp bugüne taşıyarak güncelleyebiliyorlar.” dediği tespitini şüpheli buluyorum. Bu, tarihin birkaç yüz yıl öncesine taşınması ile ilgili bir tartışmadır ve “bireyler özgüven eksikliği” düşüncesi çok da yaygın değildir. Zira tarih tekerrür etmez; ancak bazı yönlerden tekerrür eder. Maalouf’un bu “temellendirme” çabası kendisi için, tarihsel derinliğini göz ardı ederek kelimeleri birer enstrüman gibi kullanması anlamına geliyor. Her şeyin bir kan seli içinde sona ereceğini bildiğimize göre, protesto etmek, talepler öne sürmek, ateşlenmek neye yarar? Şu rakiple veya bu hanedanla savaşmak, büyük devletler onları asla bırakmayacağına göre, neye yarar? Tabii, bir savaşın ne zaman başlayıp ne zaman bitmesi gerektiğine karar verenler de yine aynı büyük devletlerdir. Bu muhterem savları kuşkuyla karşılayan herkes ya saf ya da cahil kabul edilir.

Maalouf’un bu satırlarının Lübnan/Beyrut merkezli bir çıkarım olduğunu düşünüyorum ve bütün Arap dünyasına teşmil etmesini onaylamıyorum.
“Bireylerdeki bu özgüven yokluğu (…) umut yokluğu, hayatı değerli kılan şeyi -sağlık, servet, itibar veya sevilen insanın bir daha geri gelmeyecek şekilde kaybetmiş olma duygusunun halklar için de geçerli olduğunu ekleyeceğim.”

Maalouf, bu ülkelerde aşırı hareketlerin, intihar komandolarının, ölüm timlerinin çıkmasını, ölüme gitme ve öldürme güdüsünün temelinde bu mutsuzluk olduğunu söyler.

Bu tespitlerin de doğruluğu şüpheli. Çünkü böyle bir olgu var olsaydı, bunun İsrail ve diğer emperyalist güçlere karşı cihad şuuruna evrilmesi gerekirdi. Ancak şunu söylemek mümkün: Arap ülkelerindeki rejimlerle halk arasında bir açı farklılığı var; bu, Gazze konusundaki gösterilerde açıkça görülüyor. Aşırı baskı, yönlendirmeli eğitim ve medya sansürüne rağmen, Arap Baharında da görüldüğü gibi halk “başka” yönetim kadrosu “bambaşka”dır.

Özetle, Filistin/Gazze konusundaki duyarlılığın “Müslüman halk” katında farklı, yöneticiler katında farklı olduğunu, halkın Filistin ile birlikte olduğunu söylememiz gerekiyor.

Diğer Yazıları

Yorum Yaz