Aksa İntifadası, Uluslararası Sistem Ve Çöküş

Aksa İntifadası, Uluslararası Sistem Ve Çöküş

 

Aksa İntifadası ve akabinde geçtiğimiz yılın 7 Ekim’inden bu yana yaklaşık yedi aydır Gazze’ye yöneltilen şedit İsrail saldırılarının gün yüzüne çıkardığı gerçekliğe maalesef pek azımız vakıf. Bu satırların yazarının bütün boyutlarıyla bu gerçekliğe vakıf olmak şeklinde bir iddiası yok. Ne de Gazze’ye yönelik İsrail şiddetinin tarihsel ve güncel boyutlarıyla ilgili konuşan ya da yazanların böyle bir iddiası olabilir. Çünkü gerek bu satırların yazarının gerekse diğer yorumcuların açılan bu gerçekliğin çeşitli boyutlarını analiz eden, yorumlayan ya da en azından bu boyutlara değinmeye çalışan zihninin bu gerçekliğin öncesindeki zihniyetten sanıldığından daha fazla beslendiği söylenmelidir. Bu gerçeklik o zihin yapısını da tekraren sorgulamamızı gerekli kılıyor. Bu zihin yapısının sorgulanması ilk elde mevcut haliyle ulusların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen süreçleri hedef almalı bana kalırsa.

Bu noktada akla gelen ilk isim elbette Immanuel Kant ve onun “Ebedi Barış” tezi ya da beklentisi. Bütün modernliğin bu tez ya da beklenti etrafında geliştiğini, çok çeşitli felsefi, ideolojik, sosyolojik, hukuki, siyasi yorum ve yaklaşımın bu teze bir karşılık olarak üretildiğini söylemeli. Elbette modernliğin bütün özünü Kant’a ve onun beklentisine bağlamak yersiz. Olsa olsa modern zihniyetin özü Immanuel Kant’ın klasik metafiziği eleyişi ve getirdiği “eleştiri”ye bağlanabilir. Bununla birlikte Fransız Devrimi ile siyasi ve sosyal kurumlaşmasına başlayan bir sürecin nihai hedefinin Kant’ın ifade ettiği “Ebedi Barış” tezi olduğunu vurgulamalı. İlginç nokta şu ki “antisemitizm” kavramı da “ırkçılık” da “Siyonizm” içlerinde olmak üzere birçok milliyetçilik de bu tezin kapsama alanında, bu tezin üstesinden gelmesi gerekli meseleler bunlar. Bu noktada “ırk” kavramını ilk icat edenin Immanuel Kant olması garip değil, belki de dile getirdiği tezin resmettiği gerçeklik bu.  Kant bu tezle birlikte “ırk”ların bir arada “ebedi barış” içinde yaşamasını sorunlaştırıyor. Ancak bu yazıda Immanuel Kant’ın “Ebedi Barış” beklentisinin ve daha sonra detaylı bir şekilde ifade bulacak Kantçı liberalizmin bütün detaylarını ele almamız mümkün değil.

Aksa İntifadası ve onu takiben gelişen İsrail soykırımının ortaya serdiği ilk gerçek kabul edilmeli ki Kant’ın beklentisi doğrultusunda şimdiye dek “uluslararası sistem” olarak adlandırılan şeyin ve onun kurumlarının ne hukuki ne de siyasi açıdan tutarlı, verimli ve öyle ya da böyle makul addedilebilir bir işleyişi bulunmadığıdır. Uluslararası sistemin reel politik addedilmesi yerinde olacak kuralları da bu işleyişi becerememektedir. Hatta bu sistemin en önemli kurumu addedilmesi gerekli BM dahi kendini İsrail şiddetinden sakınamamaktadır. Onun eğitim kurumları, hastaneleri, yardım kuruluşları bu şiddetten üzerlerine düşen payı süreç içinde almışlardır. Gazze’de BM kontrolü ve korumasındaki birçok bina saldırıya uğramış, uluslararası hukukun himayesindeki kuruluşlar bile bu hukukun rağmına tahrip edilmiştir. Birçok uluslararası hukuk uzmanının ifade ettiği çeşitli görüşler ve çözüm önerileri de bu noktada akim kalmıştır. İsrail’in tahribatına mezkûr sistemin verdiği, verebileceği herhangi bir caydırıcı cevabın olmadığı açıkça görülmektedir.

Daha önce birçok çatışma bölgesine sivilleri korumak maksadıyla koruma gücü gönderen BM’nin (Böylesi bir çözümde de pek başarılı oldukları söylenemez ya! Srebrenitsa katliamı burada ilk aklımıza gelen örnek) Gazze söz konusu olunca bu tür bir çözümü uygulamaya dönük herhangi bir prosedür bulamaması ya da bulsa da dile getirememesi (bu satırlar yazıldığı sıralarda Refah’taki sözümona BM’nin koruması altındaki Tal Al Sultan mülteci kampına yönelik İsrail uçaklarının bomba yağdırdığı haberleri geliyordu) mevcut uluslararası sistemin en önemli kurumunun işlevsizliğini göstermesi bakımından ilginç değilse de üzerinde ısrarla ve muhakkak durulması gerekli bir husustur.

Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Kerim Han’ın, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkındaki “yakalama kararı” başvurusu öncesi CNN televizyonunda Christiane Amanpour'a kendisiyle konuşan bir devlet başkanının (O devlet başkanının ve devletinin ismini çok merak ettiğimiz bilinsin! En azından o isme yönelik tahminimizin doğruluğunu böylece ölçebiliriz) “Çok iyi biliyorsunuz ki bu mahkeme Afrika ve Putin gibi haydutlar için kurulmuştur” dediğini aktardı. Kerim Han’ın aktardığı bu söz bile bu tür uluslararası siyasi ve hukuki kuruluşların sadece varlık amaçlarını açıklamıyor, ayrıca İsrail vb. haydut devletler lehine yapılan bazı seçiciliklere de açıklık getiriyor. İsrail sanki mevcut uluslararası sistemin “istisna” devleti bu bakımdan. Bir bakıma mevcut uluslararası sistem İsrail vb. devletlerin işgal ettiği bu istisnai konumu korumak üzere yapılanmıştır bile denebilir. Zira, BMGK’nın İsrail aleyhine aldığı kararların hemen hemen tamamı asla uygulanmadı ve üstelik şimdilerde Amerikan vetosunun İsrail’e verilmiş açık çeki dolayısıyla diğer ülkeler ne yaparsa yapsın BMGK’dan İsrail aleyhine bir karar çıkartmak mümkün değil.

Bu arada Kerim Han’ın UCM’ye özellikle ABD’li senatörler tarafından yapılan tehditlere değinerek “Tehditler ya da diğer faaliyetler bizi caydırmayacaktır çünkü nihayetinde savcılar olarak görevimizi yerine getirmek zorundayız. Makamın kadın ve erkekleri olarak, hakimler olarak, kendimizden daha büyük bir şeye, yani adalete sadakat göstererek sorumluluklarımızı yerine getirmek zorundayız. Bazıları aleni ve bazıları gizli olan farklı tehdit türlerinden etkilenmeyeceğiz” dediğini hakşinaslık gereği ifade edelim. Diğer yandan, birçok Batılı liderin, sözgelimi Almanya Başbakanı Olaf Sholz’un Hamas liderleri ile İsrail Başbakanı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında aynı zamanda "yakalama kararı" başvurusu yapılmasına tepki gösterdiğini belirtelim. Suçlular ile masumları aynı kefeye koyan bir başvuruya itirazın ilk anda o suçluları korumak amaçlı olduğunu görmek gerekli. Yine de UCM Başsavcısı Kerim Han’ın mahkemeyi ünlü Nürnberg mahkemelerinin mirasındaki en önemli hak sahibi sayan yaklaşımı kayda değer.

Westfalia anlaşmasının ardından Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası çeşitli reformlar ve yeniden yapılandırmalarla (bu yapılandırmalar içinde Cemiyet-i Akvam ile BM ilk akla gelen kurumlar) ayakta kalan mevcut uluslararası sistem Soğuk Savaş, Berlin Duvarı’nın yıkılması, küreselleşme gibi çeşitli meydan okuma ve meselelerden kaynaklı çöküş trendine girmişti. Aksa İntifadası artık bu çöküşün çeşitli reformlar aracılığıyla durdurulmasının mümkün olmadığı ve deyim yerindeyse “kaçınılmaz” olduğunu hemen herkese gösterdi. Artık herhangi bir devlete insanlara zulmetmesi için “istisnai” bir pozisyon sağlayan bir sistemin ayakta kalmayı başarması mümkün değil. Aksa İntifadası’nın ilk tarihsel anlamının bu olduğu vurgulanmalı. Immanuel Kant’ın “Ebedi Barış” tezi ve beklentisi bu meydan okumaya ne kadar dayanabilir?

 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz