Aile ve Azalan Nüfus Meselesi
Türkiye’nin dahil olmaya çalıştığı Avrupa içinde en büyük avantajlarından biri genç nüfusu. Avrupa’nın yaşlılığı, her geçen gün daha fazla yaşlanıyor oluşu dolayısıyla geleceğe dair gerek işgücü gerek kültürün ve kuşakların yenilenişi noktasında ciddi bir tehlike algısına sahip olduğu malum. Türkiye’ninse dahil olmaya çalıştığı bu yaşlı ve yaşlanan Avrupa içindeki en büyük avantajlarından biri genç nüfusu. Gerçi bu nüfus aynı zamanda Avrupa’nın Türkiye’yi istememesinin en önemli sebeplerinden biridir de. Çünkü Türkiye bu genç nüfusuyla geleceğe dönük Avrupa içinde daha büyük bir ağırlığa sahip olma potansiyeli de taşıyor. Tabi bu, gerçekten de genç olan nüfusun hep genç kalma veya orta ve uzun vadede hep aynı oranları koruması durumunda geçerli olabilecek bir potansiyel. Oysa belki 20 yıldır herkesin farkında olduğu bir gerçek var. Son zamanlarda düzenli olarak ama hızla azalan doğum oranları ve artan ortalama insan ömrü dolayısıyla Türkiye de her geçen gün yaşlanma yolunda hızla ilerliyor. Öyle bir hız ki, bir süre sonra Türkiye’nin de Avrupa ülkelerinden ciddi bir farkı kalmamış olma ihtimali bile beliriyor.
Türkiye İstatistik Kurumunca son yayınlanan istatistikler bu konuda yıllardır görünen köye ulaşmış olduğumuzu gösteriyor. Nüfus artış hızımız yüzde 1,51’e gerilemiş durumda. Bu oran bundan sadece 22 yıl önce yani 2001 yılında 2,38 oranındaydı. Yani 22 yıl gibi kısa bir süre içinde nüfus artış oranımız trajik sayılabilecek hızda bir düşüş kaydetmiş.
Bu gerçekten büyük bir tehlike ve üstelik bilhassa sayın Cumhurbaşkanımızın farkında olduğu ve herkesi uyarmaya çalıştığı bir tehlikeydi. O yüzden her vesileyle her çiftin en az üç çocuk yapması gerektiğini ifade ediyordu. Katıldığı nikah törenlerinde, evlenen genç çiftlere evlilik cüzdanlarını teslim etmeden yaptığı konuşmalarda bu konuya yaptığı vurgu her nikahın adeta vazgeçilmez ritüeli haline gelmişti. O kadar ki, bu vurgular muhalefetin diline dolanmış, toplumda bir antipatiyi tahrik etmek için saldırganca, mizahi eleştirilerine konu oluyordu.
Geçtiğimiz ay içinde bir kabine toplantısının ardından Erdoğan bu tehlikeli gidişata bir daha değindi ve “nüfus kendini yenileme eşiği olan 2,1 seviyesinin altındadır. Bu Türkiye açısından varoluşsal bir felakettir, tehdittir. Mevcut durum ülkemiz açısından tolere edilebilir durumdan çıkmıştır" şeklinde bir açıklamayla tehlikenin vardığı boyuta işaret etti.
Tabi bu konuda yıllardır yaptığı hatırlatmaları, bu konuda gerek Aile hayatının güçlendirilmesi konusunda başkanlığını yaptığı bütün hükümetlerce aldığı tedbirleri de anlattı Erdoğan. Bu konuda yaptığı vurgular dolayısıyla sözümona kadın hakları kuruluşlarından veya muhalefetten çok eleştiri aldı. Bilhassa sol ve feminist muhalefet için Erdoğan’ın bu vurguları kadını yok sayan veya yükü onun omuzlarına bindiren gerici-muhafazakâr siyasetin bir tekrarından ibaretti.
Oysa konunun muhafazakarlıkla alakası da kalmamış durumda. Konu alabildiğine insani ve hepimizin aynı gemide olduğumuzu idrak etmemiz gereken toplumsal bir sorun haline gelmiş bulunuyor. Bugün hiç de muhafazakâr olmayan Almanya’nın, İngiltere’nin, Hollanda’nın ciddiyetini hissettikleri ve önlemini almak için yol aradıkları bir konu haline gelmiştir. Komünist Çin’de bile yıllarca uygulanan devlet gözetimli nüfus kontrolünden vazgeçilmiş durumda. Toplumun kendini yenileyememesinin kadına verdiği hiçbir hak ve özgürlük olmayacak. Bilakis bundan bütün toplum ve herkesten önce yine kadınlar etkilenecektir.
Erdoğan’ın bu konuda baştan beri yaptığı vurgular çok önemli ve çok faydalıydı. Belki bu vurguları yapmamış olsa acaba bu düşüş hızı daha mı fazla olurdu? Mesela yüzde 2,38’den yüzde 1,51’e kadar değil de yüzde 1,2’ye kadar mı düşerdi? Bunu şimdilik bilemiyoruz, çünkü nüfus alışkanlıkları büyük ölçüde sosyolojik bazı faktörlerle oluşur veya desteklenir, sürdürülür. Yine de bu konuda Erdoğan’ın en az 3 çocuk yapmaya dair yaptığı teşviklerin en azından şöyle bir toplumsal etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Bir ara öyle bir sürecin içindeydik ki, insanlar 2 veya daha fazla çocukları olduğunu söylemeye utanacak hale gelmişlerdi. Bilhassa bu durumdaki kadınların başka kadınlar tarafından cahillikle, köylülükle veya bilinçsizlikle suçlanabildiği bir kadın-aile ideolojisi egemen hale gelmişti. Tanıdığım 4 çocuklu bir akademisyen vardı. Her çocuk sayısının sorulduğu ortamda mahcup bir vaziyette kızarıp bozarıyor, bu sayının başına kazayla geldiğini anlatmaya çalışıyordu. O kadar sayıda çocuğu olduğunu söylediğinde ayıplanacağına emindi ve bundan utanıyor, kimse ayıplamadan kendini savunmaya çekiyordu. Erdoğan’ın bu kampanyasından sonra o akademisyenin 5. Çocuğunu bu sefer kazayla değil, bilerek isteyerek yapmış olduğunu gururla bir anlatışı vardı, anlatmaya değer. Erdoğan bu kampanyasıyla en azından bunu başardı. Ne kadar başardığını kuşkusuz bazı sosyal araştırmalarla da ölçmek lazım. Benimkisi belki kısmi bir gözlem.
Kuşkusuz sosyolojik süreçler bu şekildeki kampanyalarla yetinilerek ne durdurulabilir ne de ilerletilebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu nüfus artış hızının düşüşünde aile yapısının maruz kaldığı bazı sapkın ideolojilere de değiniyor, belki büyük ölçüde bir sebep olarak ona da bağlıyor.
Ama burada bir çuvaldıza müracaat etmekte fayda var. Türkiye’nın kalkınması doğrultusunda AK Parti’nin geçmiş hükümetlere nazaran attığı devrim niteliğinde adımlarla hepimiz gurur duyduk. Eğitimin 12 yıla çıkarılması, her ile bir üniversite kurulması ve üniversite öğrenci sayısının neredeyse nüfusun yüzde onuna kadar yükseltilmesi, kadının iş hayatına girişinin teşvik edilmesi ve kolaylaştırıcı adımların atılması vs. Hepsi güzel hoş şeyler de bu kalkınma politikalarının, sosyolojik etkileri hesaplanıp tedbirleri alınmadığında ağır bir bedeli de var.
Eskiden kıt bir kaynak sayılabilecek yüksek eğitimin bugün aşırı yaygınlaşması gibi bir sorunumuz var. 12 yıllık mecburi eğitimin kaliteden tavizin en büyük kaynağı olduğunu görmemiz lazım. Normalde sanayide veya tarımda çalışarak hemen hayata atılabilecek, belki bu sayede erken evlenip çoluk çocuk sahibi olabilecek çok sayıda genç nüfusu yıllarca gereksiz ve hiçbir zaman kendisini tatmin edemeyecek meslek beklentileri içinde okul koridorlarında oyalamak gibi bir durum da çıkmış oluyor.
Üniversite eğitimini bitirmeden, doğru dürüst bir iş bulamadan, bulduğu işte de eğitim ve yaşam beklentilerine uygun bir eş bulamadan evlenememek demek evlilik yaşının neredeyse erkeklerde kırklara, kadınlarda da 35’lere kadar ertelendiği bir genel tipoloji ortaya çıkarıyor. Üstüne o yaşa kadar bekarlıkta iyice oturmuş bireyselci kişiliklerin evlilikleri kolayca yürütememekten dolayı boşanma oranlarının artık tipik hale gelmesini de eklemek lazım. Bu şartlarda doğum oranımızın bu seviyeyi tutturmuş olması bile şükredilecek bir şey.
Ne yazık ki, nüfus planlama pratiklerinin bildiği acı bir gerçek var: Nüfus alışkanlıkları kolay değişemiyor. Bir kez edinildi mi tekrar tersine bir politika ortaya koymak ve süreci tersine işletmek çor zordur, ama elbette imkânsız değil. Bunun için mevzuyu yine stratejik siyasetler ortaya konulması gereken bir alan olarak belirlemek lazım. Ciddiye alınması gereken ve mutlaka daha yoğun ve takibi yakından yapılması gereken siyasetler gerektirir. Eğitim sisteminin yeniden ele alınması, mesleki eğitime ağırlık verilmesi, insanların erken yaşta evliliğini teşvik edecek önlemler alınması gerekli tabi. Başka tedbirlere sonra değinelim, ama bu aşamada bir noktaya da değinmeden geçmeyelim. Konu mutlaka sosyolog istihdamını ve tabii ki öncelikle bir sosyolojik perspektif istihdamını gerektiren bir konu. İşe Aile bakanlığında veya aile politikalarında kaç sosyologun istihdam edildiğini sorarak başlanabilir.
Tabi sosyologlar arasında da gelinen durumu tam da ideal bir durum olarak benimsemeyi sağlayan bir aile ve kadın paradigmasının yaygın olduğunu unutmadan. Aileye Marksist veya feminist bakışın da sosyolojide yeri vardır mesela. Salt sosyolog bakış açısı diye bir şey yok yani. Ama bu konuda tavrı ve tutumu kesinlikle aileden yana olan bir yaklaşımla bir sosyolojik bakışın mutlaka devrede olması gerekiyor.