Adalet Arayışı ve Zihinsel Uyanış

Adalet Arayışı ve Zihinsel Uyanış

Çöken Düzenin Ardındaki Ufuk

İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen dünya düzeni, bugün derin bir sarsıntı geçiriyor. İnsanlık, karanlık bir girdapta yeni bir düzenin arayışına girmiş durumda. Ekonomik, sosyal ve siyasal sistemlerin çökmekte olduğu bu süreçte, küresel güçler soykırımlar karşısında sessiz ve etkisiz kalıyor. Siyonizmin emperyalist devletlerin desteğiyle Ortadoğu’da gerçekleştirdiği tarihî barbarlık, adaletin ve insan onurunun yok sayıldığı bir çağda yeni bir dünya paradigmasını zorunlu kılıyor. 18. yüzyılda kurulan "Avrupa Merkezci" sosyal bilimler, artık iflas etmiş durumda.

Müslüman dünya ise, jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik zenginliklerine rağmen, ekonomik bağımlılık, siyasal tükenmişlik ve toplumsal kaos içinde kıvranıyor. Ancak bu zenginlik, adaletle buluştuğu takdirde Müslümanlar için yeni bir çağın habercisi olabilir. Bunun için, kendi tarihini, kültürünü ve inancını derinlemesine kavrayan, yerli ve millî bir aydınlar kadrosuna ihtiyaç var. Bugünün kaotik dünyasında, ışığı yeniden yakacak fikirlere ve liderliğe duyulan ihtiyaç her geçen gün daha belirgin hâle geliyor.

Müslüman toplumlar, gelenek ve modernite arasında sıkışmış bir bunalım yaşıyor. Zihinsel bu ikilemden kurtulmaları, öncelikli bir hedef olmalı. Ne var ki, hem geleneksel hem de modern toplumlar kapitalist pazar dinamiklerinin etkisi altında. Geleneksel toplumlar, bireyler arasında daha homojen davranış kalıpları sergilerken, modern toplumlar hızla değişen, çeşitlenen ve karmaşıklaşan sosyal yapılarla tanınıyor. Müslüman toplumlar da her ne kadar modern dünyada varlık gösterseler de, zihnen geleneksel toplum yapısını sürdürüyor.

Müslümanların bin yılı aşkın tarihinde, siyasi ve toplumsal analizler içeren binlerce "Siyasetname" ve "Nasihatname" kaleme alınmıştır. Ebi Mansur es-Seâlibi’nin “Letâifü’l Lutf” (Hükümdarlık Sanatı)’ndan, İmam Gazâli’nin “Nasihatü’l-Mülûk” (Yöneticilere Nasihatler)’ine; İbnü’t-Tıktaka’nın “El-Fahrî fi’l-Adabi’s-Sultaniyye ve’d-Devleti’l-İslamiyye”’sinden Ebû Bekir Muhammed et-Turtûşî’nin “Sirâcü’l Mülûk” (Siyaset Ahlakı ve İlkelerine Dair)’ine; Kâtip Çelebi’nin “Düstûrul-Amel li-Islahi’l-Halel” (Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar) adlı eserinden, Bosnalı Hasan Kâfî Akhisârî’nin “Usûlü’l-Hikem fî Nizâmi’l-Âlem” (Alemin Nizamı İçin Hikmetli Yöntemler)’ine; ve "Vaiz" lakaplı, kimliği meçhul bir müellifin “er-Risâletü’n-Nizâmiyye fi’d-Devleti’l-İslâmiyye” (Osmanlı Devlet Nizamının Tesisi)’nden Koçi Bey Risalesi’ne kadar birçok siyasetname yazılmıştır. Fakat bu binlerce eser, maalesef hak ettiği ölçüde analiz edilmemiştir. Müslüman ülkelerdeki siyaset bilimi fakülteleri, Batı siyasi düşüncesine verdiği önemi kendi siyasi mirasına da verseydi, bugün karşılaşılan birçok siyasi çalkantının belki de önüne geçilebilirdi.

Müslümanların 1400 yıllık tarihinde yazılan siyasetnameler ve nasihatnameler, 19. yüzyıla kadar Batı'da yazılanlardan daha fazla olmasına rağmen yeterli ilgiyi görmemiş ya da son iki asırdır bilinçli olarak göz ardı edilmiştir. Emeviler’den Abbasilere, Endülüs’ten Hindistan’a, Selçuklulardan Osmanlı’ya kadar kaleme alınan bu siyasetnameler incelendiğinde, sosyolojik olarak toplumları dört ana başlık altında ele aldığı görülür. Bu eserlerde dört temel kavram üzerinden toplumda düşüncelerin yayılma süreci analiz edilir ve bu kavramlar tarihsel ve sosyolojik bağlamlarda açıklanır. Her bir kavramın toplumun bireysel davranışlarını nasıl etkilediği ve bu etkilerin tarihsel süreçte nasıl şekillendiği derinlemesine incelenir. Şimdi bu kavramları ele alalım:

1-Halk, Liderlerinin Dini Üzeredir…

Bu kavram, liderlerin, özellikle hükümdarların, halk üzerinde ne denli büyük bir etkiye sahip olduğunu vurgular. Liderler, toplumsal değerlerin, inançların ve davranışların şekillenmesinde merkezi bir rol oynar. Bu bakış açısı, sosyal yapının zirvesinde yer alan kişilerin, yasama ve yürütme gücü aracılığıyla halkın tutum ve alışkanlıklarını nasıl etkilediğini ortaya koyar. Liderlerin kişisel zevk ve inançlarının halk tarafından taklit edilmesi, bu sosyal modelin temelidir. Burada dikkat çekici olan, toplumun kendini şekillendirme gücünden ziyade, liderlerin halk üzerindeki baskın rolüdür. Düşüncenin dikey bir yolla yayılması, bu sürecin belirleyici özelliğidir.

Bu kavram, özellikle Arap kültüründeki "halk, hükümdarlarının dini üzeredir" sözüyle izah edilir. Bu söz, toplumun yapısını, devletin yasama ve yürütme gücüne sahip halifeler gibi otoritelerle temsil eder. Mutezilî alim Ebu Osman Amr b. Bahr el-Cahız (ö. 255/869), “Risale li’l-Cahız fî Benî Ümeyye” (Emevi İdaresi Üstüne) adlı eserinde bu konuya örnekler sunar. Câhiz, bu risalede Emevi dönemindeki sosyal düşünceyi ele alır ve Emevilerle ilgili eleştirilerine rağmen İslam toplumundaki genel algıyı sosyolojik bir bakış açısıyla inceler. Risalesinin girişinde Câhiz, Hz. Peygamber (sav) devrinden başlayarak Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.anhum)’un hilafet dönemlerini "doğru tevhid inancına sahip, samimi ve dürüst" bir toplum olarak tanımlar. Ancak Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşları gibi olaylarla toplumun bölünmeye ve fitnelere sürüklendiğini ve Ali bin Ebu Talib (r.a)'in öldürülmesiyle bu dönemin sona erdiğini ifade eder. Muaviye dönemini ise sosyal adaletsizlik çağı olarak tanımlayan Câhiz, Abdulmelik bin Mervan ve oğlu Velid’in dönemlerindeki adaletsizlikleri vurgular.

Ebi Mansur es-Seâlibi’nin “Letâifü’l Lutf” (Hükümdarlık Sanatı) adlı eserinde, Emevi hükümdarlarının halk üzerindeki etkisi çeşitli örneklerle anlatılır. "Heysem bin Adiy şöyle der: Abdulmelik bin Mervan döneminde şiir sevgisi baskındı, bu yüzden insanlar şiirler okuyordu ve şairlerin hikâyelerini tartışıyordu. Velid bin Abdulmelik döneminde ise ev ve bina yapma sevgisi baskındı, insanlar binaların düzenlenmesiyle ilgileniyor, bina yapmaya heves ediyordu. Süleyman bin Abdulmelik döneminde ise yemek ve kadın sevgisi baskındı, insanlar yemek tariflerini tartışıyor, evlenmek ve cariyelerle ilgileniyordu. Ömer bin Abdulaziz döneminde Kur'an ve ibadet sevgisi baskındı, insanlar birbirlerine ‘Bu gece ne kadar Kur'an okudun?’ ya da ‘Ne kadar namaz kıldın?’ diye soruyordu. Yezid bin Abdulmelik döneminde ise at sevgisi ve cariye sevgisi baskındı, insanlar en iyi atları seçip ona hediye ediyordu. Hişam bin Abdulmelik döneminde ise kıyafet sevgisi baskındı, insanlar ticaretle uğraşıyor ve kıyafet çeşitlerini tartışıyordu. Velid bin Yezid döneminde eğlence, içki ve müzik baskındı, insanlar içkiden bahsediyor ve müzik dinlemeye yöneliyordu. Ve doğru söylendiği gibi: ‘Halk, hükümdarlarının dini üzeredir ve hükümdar pazarı neyle dolarsa, halk onu benimser.’"

Emeviler döneminde Şam, küçük bir topluluktu ve basit bir yaşam tarzı hakimdi. Halifelerin düşünce ve alışkanlıkları hızla topluma yayılıyordu. Velid ve Ömer dışında, diğer halifelerin yaydığı alışkanlıklar daha çok tüketimle ilgiliydi. Bu olgu, birçok Müslüman tarihçi tarafından gözlemlenmiş, İmam Gazali de “Nasihatu’l-Muluk” adlı eserinde bu konuya değinmiştir. Gazali, "Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz" hadisini aktararak, halkın davranışlarının hükümdarların davranışlarını etkilediğini belirtir. Gazali, halkın sosyal alışkanlıklarından çok hükümdarların halk üzerindeki ruhsal etkisine odaklanmıştır.

İbnü’t Tiktaka (H. 660-709) ise “el-Fahri fi’l-Adab es-Sultaniyye” adlı eserinde, halkın hükümdarlarının davranışlarını doğal ya da taklit yoluyla benimseme eğiliminde olduğunu vurgular. Ona göre, hükümdar bir şeyi severse halk da onu sever, bir şeyden nefret ederse halk da nefret eder. Bu süreç, toplumsal kuralların doğal bir sonucudur. İbnü’t Tiktaka, Velid’in inşaat sevgisinin halk arasında nasıl yaygınlaştığını, kardeşi Süleyman’ın yemekle ilgili ilgi alanlarının halk tarafından nasıl benimsendiğini anlatır. Ömer bin Abdulaziz ise ibadet ve Kur'an okumaya verdiği önemle halkı etkilemiştir.

Ünlü tarihçi İbn Kesir de bu olguyu aktarmıştır. Velid bin Abdulmelik’in biyografisinde, halkın onun inşaat tutkusunu nasıl benimsediğini, kardeşi Süleyman’ın döneminde halkın evlilik ve kadınlara olan ilgisinin arttığını ifade etmiştir. Bu gibi kısa etkileşimler, halkın sosyal alışkanlıklarını ve bu alışkanlıkların nasıl topluma yayıldığını gösterir. "Halk, hükümdarlarının dini üzeredir" ifadesi, bireysel zevk ve alışkanlıkların toplumsal bir olguya dönüşerek sosyal yapının parçası haline geldiğini vurgular.

2-Nasılsanız, Öyle Yönetilirsiniz…

Bu kavram, bir önceki kavramın aksine, liderlerin toplumun bir yansıması olduğunu öne sürer. Yani, halkın ahlâkî durumu ve davranışları, yöneticilerini şekillendirir. "Amelleriniz, yöneticilerinizdir" ifadesiyle özdeşleşen bu düşünce, toplumun genel ahlaki ve davranışsal durumunun, liderlerin adalet ve karakterinin bir yansıması olduğunu savunur. Toplum, bir ayna gibi liderlerin kalitesini belirler. Eğer bir toplum adil, dürüst ve çalışkansa, o toplumun liderleri de aynı niteliklere sahip olur; aksi halde yozlaşmış bir toplum yozlaşmış liderler üretir. Bu bakış açısı, sosyolojideki "tabandan tavana" düşünce yapısını yansıtır. Burada halk, toplumun şekillendirici ana unsuru olarak görülür. Toplumun liderlerinden ne beklediği ve liderlerini nasıl şekillendirdiği bu teorinin merkezinde yer alır. Bu görüş, halkın pasif değil, aksine aktif bir rol oynadığını gösterir.

Toplumun düşüncelerini, değerlerini ve alışkanlıklarını neyin harekete geçirdiğini anlamak, toplumsal sorunların çözümünde en kritik noktalardan biridir. Liderler, toplumun ruhunun bir yansıması mıdır yoksa yeni toplumlar inşa eden ve onları yönlendiren kişiler midir? "Halk, hükümdarlarının dini üzeredir" gözleminin karşısında duran "nasılsanız, öyle yönetilirsiniz" ifadesi, toplumsal değişimin kaynağının bireyler olduğunu savunan bir teoridir. Bu bakış açısına göre, liderlerden ziyade, toplumsal yapı ve bireylerin davranışları değişim sürecini başlatır.

Ebû Bekir Muhammed et-Turtûşî (H. 451-520), Sirâcü’l Mülûk (Siyaset Ahlakı ve İlkelerine Dair) adlı eserinde bu konuda önemli bir sosyal gözlemde bulunur: "Halkın sürekli olarak 'Amelleriniz, yöneticilerinizdir; nasılsanız, öyle yönetilirsiniz' dediğini duydum. Nihayetinde bu anlamı Kur'an'da buldum. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: 'Biz, zalimlerin bir kısmını diğerlerine musallat ederiz.' (En'am: 129). Ayrıca, zamanından şikayet ettiğinde bil ki onu bozan senin amelin olmuştur."

Bu konuda Abdülmelik bin Mervan da şöyle demiştir: "Ey halk, bize haksızlık etmeyin. Bizden Ebu Bekir ve Ömer’in adaletini istiyorsunuz, fakat siz ne kendiniz ne de bizimle olan ilişkinizde onların yolu üzere değilsiniz. Allah hepimize yardım etsin." Benzer bir soru Hz. Ali’ye (r.a.) de sorulmuştur: "Ebu Bekir ve Ömer’in döneminde halk neden boyun eğdi de senin ve Osman’ın döneminde boyun eğmedi?" Ali (r.a.), "Çünkü Ebu Bekir ve Ömer’in tebaası benim gibiydi, benim tebaam ise sizin gibilerden oluşuyor," diyerek cevap vermiştir.

Turtûşî’nin işaret ettiği bu genel kavram, halkın kolektif bilinç ve davranışlarının, toplumun iyiliğini ya da kötülüğünü yansıttığını belirtir. Liderler, halkın bir ürünü olarak ortaya çıkar ve toplumun ürettiği bilgi, ahlak ve kültürel altyapının bir sonucudur. Toplumun liderlerin kişisel alışkanlıklarını etkilediğine dair bir ima bulunmamaktadır; daha çok, liderlerin halkın durumuna göre şekillendiği bir yapının varlığına dikkat çekilir.

3-İnsan Doğduğu İklimin Çocuğudur…

Bu kavram da, insanların düşüncelerinin, eğilimlerinin ve zevklerinin yaşadıkları coğrafyanın iklimine bağlı olarak şekillendiğini savunur. Özellikle ılıman iklimlerin, insanlara daha yaratıcı ve zeki bir bakış açısı kazandırdığı vurgulanır. Bu yaklaşım, insanın çevresiyle olan ilişkisini merkeze alır ve doğrudan insan-doğa etkileşimini, bunun toplum üzerindeki kültürel ve düşünsel etkilerini sorgular. Modern bilim her ne kadar bu tür açıklamaları basit bulsa da, tarihsel bir perspektifte değerlendirildiğinde, çevresel etkilerin toplumların bilgi üretimi ve sanatsal gelişimleri üzerindeki rolü göz ardı edilemez.

Endülüslü Sâid el-Endelüsî’nin “Tabakâtü'l-Ümem” (Milletlerin Bilim Tarihi) adlı eserinde, iklimin bilgi üretimi üzerindeki etkisi derinlemesine incelenmiştir. Ona göre ılıman iklimlerde yaşayan toplumlar, daha hızlı düşünme ve yaratıcı fikirler geliştirme eğilimindedir. Said, bu gözlemle, iklimin insanların düşüncelerini, eğilimlerini, zevklerini ve bilgi edinme süreçlerini etkilediğini savunur. Endülüslü Said, eserinde tüm ulusların bilgi sistemlerinin gelişiminin coğrafi dağılımlara bağlı olduğunu ileri süren ilk Müslüman düşünürlerden biridir. Ona göre, iklim, toplumların bilgi yapılarının şekillenmesinde büyük ve belirleyici bir etkendir. Said, iklimi sıcak, ılıman ve soğuk olmak üzere üç kategoriye ayırmış ve bilgileri, mizaçları ve zevkleri bu sınıflandırmaya göre değerlendirmiştir. Aynı zamanda ulusları iki genel kategoriye ayırmıştır: bilgili uluslar ve bilgili olmayan uluslar. Said, bu sınıflandırmayı iklim durumlarına dayandırmıştır ve ulusları yedi gruba ayırmıştır: Persler, Keldaniler, Yunanlar, Kıptiler, Araplar, Türkler, Hintliler ve Çinliler.

Bu uluslar iki sınıfa ayrılır: İlk sınıf, bilimle uğraşan ve bilgi üreten uluslardır; Hintliler, Persler, Keldaniler, İbraniler, Yunanlar, Kıptiler ve Araplar. Said, her ulusun medeniyetini kendi diliyle ilişkilendirir ve bir dili olmayan bir medeniyetin var olamayacağını savunur. Ona göre, medeniyeti harekete geçiren ve bilgi üreten unsur dil iken, iklim bu dili ve bilgi üretimini etkileyen temel unsurdur. Said, dil ve iklim arasındaki ilişkiyi tam olarak çözümlememiş olsa da, ılıman iklimin zihinleri canlandırdığı ve zekâyı geliştirdiği görüşünü savunur. Ona göre, ılıman iklimde yaşayan uluslar daha hızlı düşünme, yenilik yapma ve yaratıcılık becerilerine sahip olup, dillerini kullanarak bilgi ve düşüncelerini derinleştirirler.

İkinci sınıf ise bilimle uğraşmayan ve onlardan ne bir fayda aktarılan ne de hikmet nakledilen uluslardır. Said, bu gruba kuzeyin en uç noktalarındaki halkları yerleştirir. Güneşin uzak olması nedeniyle bu halkların iklimleri soğuktur, bu da onların mizaçlarının soğuk ve ahlaklarının kaba olmasına yol açmıştır. Bedenleri büyük, tenleri beyaz, saçları uzun olan bu halkların anlama yeteneklerinden yoksun kaldıklarını ve kaba düşünceli olduklarını ifade eder. Bu gruba Slavlar, Bulgarlar ve benzeri halkları örnek gösterir. Ekvatora yakın bölgelerde yaşayan halkların ise sıcak havanın etkisiyle tenlerinin koyulaştığı, saçlarının kıvırcıklaştığı ve davranışlarının aceleci hale geldiği anlatılır. Bu halklar arasında sağduyunun azaldığı ve cehaletin yaygınlaştığı belirtilir. Afrika’nın bazı bölgeleri bu duruma örnek olarak gösterilir.

Bu, Said’in teorisinin kısa bir özetidir ve ayrıntıları “Tabakâtü’l-Ümem” adlı eserinde yer almaktadır. Bu teori, mimariden kültürel gelişime kadar geniş bir alanda kullanılmıştır. Her toplumun iklim koşulları, bina tarzını, pencere düzenlemelerini ve yalıtım ile iklimlendirme tercihini belirler. Davranış üzerindeki etkileri günümüz bilim ölçütleriyle ilkel görülebilir, ancak toplumların düşünsel gelişiminde önemli bir adım olarak kabul edilir ve değişkenler arasındaki ilişkiyi anlamaya yönelik güçlü bir temel sunar.

Sosyoloji biliminin kurucularından İbn Haldun, Said’in ardından gelmiş ve iklimin genel ruh hali ve medeniyetin inşası üzerindeki etkisini daha derinlemesine incelemiştir. “Mukaddime”’de, iklim ile ahlak arasındaki ilişkiye dair "Havanın İnsan Ahlâkı Üzerindeki Etkisi" başlıklı bir bölümde, çevresel etkilerin insan üzerindeki fiziksel ve ahlaki yansımalarını detaylıca ele alır.

4-İnsan, Yediği Şeydir…

Bu kavram, beslenmenin insanın hem fiziksel hem de zihinsel dünyası üzerindeki etkisine odaklanır. Ünlü Müslüman sosyolog İbn Haldun’un gözlemlerine göre, bazı yiyecekler insanların düşünce yapısı ve duygusal halleri üzerinde doğrudan etkiler yaratır. İbn Haldun’un bu tespitleri, modern bilimle de örtüşen unsurlar barındırır. Günümüzde yiyeceklerin insan zihni üzerindeki etkileri bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Ancak İbn Haldun, bu konuyu daha çok döneminin gözlemleri ışığında ele almıştır. Ona göre, yiyecekler insanların fiziksel durumlarını etkilediği gibi, düşünsel ve ahlaki eğilimlerine de yön verebilir. Örneğin, bazı bitkilerin tüketimi sabrı ve düşünme yetisini güçlendirirken, bazı hayvansal gıdalar ahlaki davranışları etkileyebilir.

İbn Haldun, gıdaların insanlar üzerindeki etkisini ve bu etkilerin toplumların ruh hali üzerindeki yansımalarını derinlemesine incelemiştir. Bu konuda “Mukaddime” adlı eserinde "Beşinci Bölüm: Bereket ve Açlık Durumlarının İnsan Bedenleri ve Ahlâkları Üzerindeki Etkileri" başlıklı bir bölüm yazmıştır. Bu bölümde, bitkisel yiyeceklerin düşünce ve ahlak üzerindeki etkilerini ve hayvansal gıdaların tüketilmesinin, onları yiyenlerin ahlakına nasıl yansıdığını analiz eder. Ayrıca açlığın insanlarda dayanıklılığı, sabrı ve tefekkürü artırdığını belirtir. İbn Haldun’un bu teorisi Mukaddime'de ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Günümüzde de, Netflix gibi platformlarda yayımlanan belgesellerde, yiyeceklerin insan üzerindeki derin etkileri sıklıkla anlatılmaktadır.

Sonuç olarak, Müslüman siyasi ve sosyolojik düşüncede, bireylerin günlük yaşamlarındaki düşüncelerin nasıl şekillendiğine dair yapılan gözlemler, toplumların sosyal yapıları, liderlerin davranışları ve çevresel faktörler çerçevesinde ele alınır. Bugün bu dört bölüme; moda, reklam şirketleri, düşünce kuruluşları, medya araçları ve yapay zeka gibi faktörler de eklenebilir. Bu unsurların da modern toplumları nasıl etkilediği ortadadır. Toplumların düşünsel gelişimi, tek bir faktöre dayalı değil, birçok etkenin dinamik bir birleşimi olarak gerçekleşir. Bu süreç, bireylerin liderlerini taklit etme eğilimlerinden çevresel şartlara ve beslenme alışkanlıklarına kadar geniş bir yelpazede şekillenir. Toplumun bireysel zevk ve eğilimleri, bu çeşitli etkenlerle sürekli bir dönüşüm geçirir.

Diğer Yazıları

Yorum Yaz