1982 Anayasası’nın Gölgesinde Toplumsal Mutabakatın Zorlukları

1982 Anayasası’nın Gölgesinde Toplumsal Mutabakatın Zorlukları

Vaktin birinde Nasreddin Hoca, arkasında kalabalık bir ahali ile birlikte Timur’un çadırına doğru yola çıkmış. Timur’un karşısına çıktığında dönüp bakmış ki arkasında kimsecikler yokmuş. Sonra demiş ki Zekeriya Yapıcıoğlu Timur’a; “Bu anayasadan hiçbir rahatsızlığımız yok. Hatta mümkünse bir Takrir-i Sükûn Kanunu, birkaç adet istiklal mahkemesi, 1982 Anayasasının hadi canım bu kadar da olmaz diyeceğiniz türden maddelerinden ne varsa ekleyerek bize verin” (4. Maddenin daha beterini yapabilmek mümkünse tabii).

Yapıcıoğlu, “Ahmağa anlatır gibi anlatıyorum” ifadesinin ilk üç maddeye değil, askeri cunta tarafından dayatılan ve halkın ve gelecek nesillerin iradesini ipotek altına alan 4. maddeye yönelik olduğunu belirtse de farklı kesimlerden gelen sert eleştirilerin hedefi olmaktan kurtulamadı. Bu eleştirilerin içinde en can sıkanı da Süleyman Demirel’e atfedilen “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” düsturundan hareketle yapılanlar oldu. Bu ülkede ne zaman hak-hukuk, adalet, özgürlüklerle ilgili talepler dile getirilse “millet aç, millet perişan, millet yiyecek ekmek bulamıyor” şeklinde demagojilerle karşılaşıyoruz. Sanki siyasi özgürlük talebini, demokratik hak arayışını, adaleti ve hukuku dile getirenler “ekmek yoksa pasta yesinler” diyorlarmış gibi bir algı yaratılmaktadır. Farklı kimlik ve inançların birlikte daha sağlıklı bir anayasal sözleşme temeline oturtma isteği, “düşmanlık” “bozgunculuk” imalarıyla karşılanmaktadır. 

İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olarak örnek bir millet teşkil ettiklerine veya safiyane bir şekilde böyle bir millet yarattıklarına inanan ulusalcı ve Kemalist çevrelerce, anayasanın ilk dört maddesine yönelik itirazlar gerekçeleriyle birlikte açıkça dile getirdi. Devletin ideolojik ve yapısal temelini koruma, Atatürk devrimlerini anayasal düzeyde yaşatma ve anayasanın, Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk devrimlerine dayanan modern ve çağdaş bir ulus-devlet olarak varlığını sürdürmesinin teminatı olduğu vb. kalıplaşmış ifadelerle, anayasa denilen şeyin doğasıyla bağdaşmayacak biçimde tehditkâr bir üslupla dillendirildi. Bu kırmızı çizgilere en ufak bir dokunuşun bile kabul edilemez olduğu vurgulandı.

Toplumda, farklı inançlar, kültürler, aidiyetler, düşünceler ve yaşam tarzları var olmasına rağmen, kutsallaştırılmış bir ideolojinin bazı kesimlere zorla dayatılması ve bunun bir arada yaşamanın olmazsa olmaz koşulu olarak tanımlanması, ancak toplumdaki farklılıkların varlığını ve sosyolojik gerçekliğini umursamayanların bakış açısıyla izah edilebilir. Bu sosyolojik gerçekliğe gözü kulağı kapalı olanların toplumsal mutabakatı da pek umursadıklarını zannetmiyorum.

1982 Anayasası devleti, devletin ideolojisini ve bu ideolojinin ayrıcalıklı kıldığı zümreyi açıkça koruyup kollarken, toplumun geri kalanını, etnik, dini, siyasi ve bunlara bağlı olarak dil, eğitim, kültürel gibi temel demokratik hak ve özgürlüklerini demirden bir kafesle kuşattı. Anayasa, bu kuşatılmışlığın zırhı olma işlevini gördü.

Ulusalcıların, “yeni” ve “anayasa” kelimelerinin hemen her bir arada telaffuz edilmesine karşı “düşünme melekeleri” yerine neredeyse bir tür refleksif tepki göstermeleri tuhaf gelse de yine de bu tepki kendi içinde tutarlı olarak görülebilir. Bu tutarlılık jakobenizmin, totaliterizmin, farklılığa tahammülsüzlüğün tutarlılığıdır ama olsun mantıki açıdan tutarlıdır. Onlara göre, yurttaşlar, hiçbir farklılığın olmadığı, sınıfsız ve kaynaşmış ütopik bir toplumda huzurlu ve mutlu bir yaşam sürerken, CHP Grup Başkanvekili Murat Emir’in ifadesiyle; “Atatürk milliyetçiliğine devrimlerine tehdit oluşturan cumhuriyet düşmanları, laiklikten ve demokrasiden nefret eden ümmetçi” tayfa zaman zaman nifak tohumları ekerek durduk yere toplumsal huzuru bozmaktan başka bir amaca hizmet etmemektedirler.

Netice itibariyle bu eleştiriler bir noktaya kadar anlaşılabilir. Fakat anlaşılmayan nokta diğerlerinin tepkisiydi. Diğerleri dediğimizde bir asırdır bu ideolojik dayatmalardan muzdarip olduğunu söyleyenlerdir. Yazının girişindeki Nasreddin Hoca fıkrasının hızlı uyarlamasının asıl muhatapları esas itibariyle bunlardır.

Zekeriya Yapıcıoğlu çadırın kapısına varınca, ekonomik sıkıntıların, işsizliğin, hayat pahalılığının olduğu bu zor zamanlarda yeni anayasa gibi lüks talepler de nereden çıktı biçiminde abes eleştiriler yapılmaya başlandı. Sanki bu ekonomik darboğazda Yapıcıoğlu, sivil ve demokratik bir anayasa talebi yerine, “Hadi mecliste bir köpük partisi yapalım” demiş de halk da buna ne gerek var, eskisi neyinize yetmiyor da yenisini istiyorsunuz, gibisinden bir algı oluşturuldu. Bir adım sonrası da, “Sizin Anayasa manayasa ile ne işiniz var, bu memlekete yeni bir Anayasa lazımsa onu da biz getiririz” olsa gerek.

Ak Parti eski milletvekillerinden Şamil Tayyar, “Gezdiğimiz, dolaştığımız hiçbir yerde yeni Anayasa isteğinde bulunan tek kişi görmedik. Yeni Anayasa talebi, ilk 20’ye bile girmiyor.” Milletvekili, gezip dolaştığı yerlerde görüştüğü insanların “Ne yapılmak isteniyor da Anayasa engeldir?” dediğini ifade ediyordu.

Anayasa ile ekonomik sorunlar arasında doğrudan bir ilişki olduğunu iddia etmek, öncelikle tarihsel gerçeklerle çelişen bir görüştür. Bu iki değişken arasında her nasıl bir ilişki kuruluyorsa, Tarih bize bunun doğru olmadığını göstermektedir. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası), 1924, 1960, 1982 anayasalarından hangisi yürürlüğe girdiğinde ortalık güllük gülistanlıktı? Hangisinde halkın karnı tok sırtı pekti?

İyi bir anayasa, toplumun ekonomik sorunlarına çözüm üretmek için gerekli olan demokratik ve hukuki zemini hazırlayabilir, ancak anayasa bu ekonomik sorunları çözmek için bir araç değildir. Anayasa denilen şey, toplumsal mutabakatın sarsıldığı, büyük toplumsal değişimlerin, dönüşümlerin yaşandığı ve yeni toplumsal ihtiyaçların ortaya çıktığı dönemlerde gerekli hale gelir. Anayasanın temel işlevi; devletin yapısını ve işleyişini düzenlemek, iktidarın gücünü sınırlamak, hukuk düzenini tesis ederek keyfiyetin önüne geçmek, vatandaşların ifade özgürlüğü, din özgürlüğü gibi temel insan hak ve hürriyetlerini güvence altına almaktır. En önemlisi de toplumsal mutabakatın yasal bir çerçeveye oturtulmasıdır.

1982 Anayasası bunları karşılamıyor mu? Değiştirilmiş yapısıyla bazılarını karşılıyor olabilir ama 1982 Anayasası, 12 Eylül darbesinin bir ürünü olarak, toplumun tek bir ideolojik çerçeve içinde birleştirilmesini amaçlayan bir anayasadır. Ayrıca bu ideolojik çerçeve, tarihsel süreçte toplumun bir kısmını “makbul vatandaş” olarak nitelendirirken diğerlerini dışlayan ve ötekileştiren bir siyasi tahayyülün mirası olarak var oldu ve varlığını da devam ettirmektedir.

Sonuç olarak 1876’dan beri Anayasa ile sorunu olanların ve olmayanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Güncel tartışmalarda 1982 anayasası özelinde sorunu olmayanlar, neyi muhafaza etmek için çabaladıklarını zaten lafı hiç eğip bükmeden “Kırmızı çizgimizdir” diyerek bunu net bir şekilde ifade ediyorlar. Sorunu olanlar ise, bir elin parmağını geçmeyecek sayıda isim haricindekiler ise, lafı geveliyorlar. Bu Yazıyı daha fazla uzatmamak adına “Neden yeni bir anayasa?” ve “Kimdir bu cumhuriyet düşmanları?” soruları başka yazılarda ayrıntılı bir şekilde ele alınması gereken konulardır. Bu yazının eksik kalmaması ve bizim tarafımızdan da lafın gevelenmemesi adına son bir cümleyle şunu belirtmek istiyorum: Kemalist ideolojinin asgari müşterek olarak dayatıldığı bir ideolojiye Müslüman bir birey olarak itirazım var.

 

Diğer Yazıları

Yorum Yaz