Alimin ölümü: Prof. Dr. Sait Şimşek ve Hayat Kaynağı Kur’an

Alimin ölümü: Prof. Dr. Sait Şimşek ve Hayat Kaynağı Kur’an

Alimin ölümü alemin ölümü gibidir gerçekten. Her alim, kendine özgü bir alemi gergef gergef işler. İnsanların içinden bakabileceği pencereler açar, kendi dertleri, kendi endişelerini, kendi dilini, kavramlarını ve meselelerini ortaya koyar. Bayramın ikinci günü toprağa verdiğimiz Sait Şimşek Hoca hiç kuşkusuz kendi alemini inşa etmiş, kendi meselelerini hissettirmiş, bu meselelerin hepsinin de merkezine Kur’an’ı anlamayı ve yaşamayı koymuş bir alimdi.

Konya’da bulunduğum, Selçuk Üniversitesi’nde çalıştığım yıllarda nimet saydığım çok şeyler yaşadım, çok dostluklar edindim, çok iyi sohbet meclislerinde bulunup feyz almaya çalıştım. Büyük nimet saydığım konulardan biri Sait Şimşek Hoca ile tanışmış onun sohbetlerinde bulunmuş olmak ama yine en çok hayıflandığım hususlardan birini sorsanız o da onun sohbetlerinde daha fazla bulunamamış olmaktı.

Yıllarca süren ve ilahiyatçı, sosyolog, tıp, edebiyat ve iş dünyasından arkadaşların bir araya geldiği Salı sohbetlerimizin hiç aksatmayan müdavimlerindendi. Sohbetleri o idare etmiyordu ama açıkçası benim gözüm kulağım meclis içindeki herkesten ziyade onda olurdu. Herhangi bir konuya yapacağı katkı, bir meseleye yaklaşımı, açıklaması benim için ciddi bir merak konusuydu, çünkü her zaman kendine özgü bir açılımı olurdu. Bu açılımda da yanlış anlamayın en önemli boyut yalınlığı, sadeliği ve en açık olanını tercih ediyor olmasıydı. Kur’an, vahy onun için her zaman birincil temel referanstı. Çoğu kişinin bazı alışkanlıklarla veya modalara uyarak en son başvurduğu referanslara o ilk planda başvuruyor ve belki de sonraki kelamın havanda su dövmek olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyordu.

Hiçbir sohbette kimseyle tartıştığını, didiştiğini göremezdiniz. Hakikat onun için kimsenin malı olamazdı, ama onun çok temel konularda bir hakikat iddiası vardı ve bundan asla tavizi yoktu. Ama taviz vermediği bu hakikat iddiasını başkalarına zorla dayatmak gibi bir derdi, telaşı hiç yoktu. Bu da onun en önemli şahsi özelliklerinden birini öne çıkarıyordu. Hocanın ne bir telaşı ne bir acelesi ne de bir makama bir yere ulaşma hırsı vardı.

Kendini tamamen Kur’an’ı anlamaya, başkalarına kendi anladıklarını benimsetmeden önce kendisi için anlamaya, bu anlamada derinleşmeye ve anladığı ölçüde yaşamaya adamıştı. Onun anladıklarından, edindiği ilimden nasiplenmek istediğinizde, soracak sorunuz olduğunda, bu soruyu sorup açtığınızda karşınızda Kur’an ve İslami ilimler alanında bir derya-deniz olduğunu hissederdiniz. Sizi asla aldatmayacak, saplantılı fikirlerini size kabul ettirme telaşı taşımayan, yanındakini size zorla satmaya çalışmayan, anlattıkları karşısında bir ücret, bir karşılık, bir çıkar talep etmeyen, güven verici bir rehber…

Tabi rehber dediysem de onun hayatı boyunca karşı çıktığı bir anlayışı kendisine asla atfetmek istemem. Rehber denilince yeri geldiğinde sözü Kur’an’ın ve Resulullah’ın önüne çıkarılan bir yüceltme kültürüne karşı hayatı boyunca da bir duruşu oldu. Tam da bu yüzden belki bazı hoşgörülü kültürel çevrelerce hiç de hoş görülmedi, hatta söylemedikleri kendisine atfedilerek dışlandı, en iyi ihtimalle yok sayıldı. Zaman zaman karşımıza çıkan ve benim “ehl-i sünnet fetişistleri” dediğim, inançları ve yolları ehl-i sünnetten fersah fersah uzak çevrelerin tam da bu noktada da hedefi oldu. Oysa Kur’an’ı, Sünneti anlama ve tefsirini yapma biçimi kategorik olarak ehl-i sünnetin en iyi çağdaş örnek pratiklerinden birini oluşturur.

Kendisini ehl-i sünnet noktasından eleştirenlere bir gün verdiği cevap aslında nasıl bir zihin ve din karmaşasının içinde konuşmak zorunda olduğunu da gösteriyordu: Bizi ehl-i sünnet noktasından eleştiriyorlar, belki de bilmeden Şia’ya daha yakın bile sayıyorlardır. Oysa Şia’yı ehl-i sünnetten ayıran en önemli konulardan biri masumiyet inancıdır. Şia 12 imamı masum, söyledikleri her şeyi neredeyse vahiy mesabesinde görerek ehl-i sünnetten ayrılıyor. Bunlar ise bırakın 12’yi, yüzlerce hocaefendiyi, şeyhi, mürşidi masum sayıyor, söyledikleri her şeyi neredeyse tartışılmaz vahiy gibi alıyorlar da bir türlü ehl-i sünnetten sapmış olmuyorlar.

Hoca Mardin’de doğmuş, Diyarbakır’da İmam-Hatip Lisesini, Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’nde de yüksek eğitimini tamamlamış, bilahare 1977 yılında Selçuk Üniversitesi’nde çalışmaya başladıktan sonra da Ankara İlahiyat Fakültesi’nde doktorasını tamamlamış. Ama bu resmi eğitim sürecinin yanısıra güçlü bir medrese geleneğinden de beslenmiş o yüzden çok iyi bir Arapçası ve İslam dünyasının ilim birikimine vukufiyeti vardı. Cumhuriyet döneminde bütün şartlar İslam alimi yetişmesin diye oluşturulmuş olduğu halde bu bariyerleri aşıp yetişmiş büyük alimlerden Halil Gönenç Hocadan da dersler almış ve onun damadı olmuştur. Sadece Halil Gönenç hocanın biyografisine muttali olmak[1] bile bir insanı Türkiye’de Kur’an okumanın, İslami ilimler tahsil etmenin ne demek olduğuna dair ayrı bir bilinçle donatır aslında. Yasaklanmış İslami ilimleri tahsil etmek için halkın kendine göre geliştirmiş olduğu yeraltı faaliyetlerine başvurmak, oradan Fransız işgali altında olduğu halde İslami ilimlerin Türkiye’ye nazaran daha özgürce yürütülebildiği Suriye’ye uzanan ilim yolculuğu insanın zihninde ve kişiliğinde silinmez izler ve yol işaretleri bırakır.

Hoca, yaşadığı tarihin de yaşanmış olan tarihin de şuurunda, Rabbini iyi bilen, dolayısıyla kendini de iyi bilen bir bilge insandı. Kimseye kendi tezlerini kabul ettirme konusunda veya kendisinin bir yere yetişme, bir şeye sahip olma konusunda bir telaşı, acelesi olmaması bu bilgelikle ilgiliydi. Daha önce onunla ilgili bir anekdotu anlatmıştım.[2] Bir başka konferansta yine başkanlık yaptığı bir oturumda akademisyen Profesör bir konuşmacının akademik unvanı olmayan ama akademi dışından kendini yetiştirmiş olarak tartışmaya katılan birine bu farkı öne sürerek haksız avantaj elde etme girişimine karşılık her zamanki sakinliğiyle ama ders niteliğinde bir müdahalesi olmuştu: Bir iki konu araştırıp bir iki mesele çözünce akademik hayatta insan sırasıyla doktor, doçent veya profesör unvanlarını alıyor. Ama bu unvanları alınca alanın herşeyini bilmiş olmuyorsunuz, çok azını bilmiş olursunuz, belki o alanda ilim yapmaya dair bir resmi yetki kazanıyorsunuz. Bu unvanları hiç almadan çok daha fazla araştırma yapıp, çok daha fazla kendini yetiştirmeniz de mümkündür.

Hoca, Kur’an üzerine çalışmalarını birkaç eserinde toplamıştı. En son uzun yıllar üzerinde çalıştığı 5 ciltlik bir Kur’an tefsirini de 2010 yılında tamamlayarak okuyucularıyla buluşturmuştu. Kanaatimce ve işin erbabınca Türkçede yapılmış en güzel tefsirlerden. Tefsirinin çok kısa ve alabildiğine sade önsözünde “ekol ve şahıs olarak kimsenin etkisinde kalmadığını” düşündüğünü ifade etmiş. Ne kadar kendinin farkında olan bir ifade. Kimseye özellikle tabi olmamaya çalışmıştır, ama yine de kalıp kalmadığı konusunda ihtiyat payını elden bırakmayan bir ifade. Devamla “bugüne kadar okuduklarımdan ve hayattan edindiğim birikimimi Kur'ân metniyle test ederek, bu metinden vus'atım miktarınca anladıklarımı yazdım” diyerek tefsirinde söylediklerine bir mutlaklık atfetmeyen bir iyiniyet. Sözü hiç uzatmadan, başka yerlerde kolaylıkla bulunacak detaylarla okuyucuyu yormadan, sadece meselenin künhünü ortaya koyan tefsirinin başlığı Kur’an’ı nasıl bir yere koyduğunu da anlatıyor: “Hayat Kaynağı Kuran Tefsiri”. Kur’an onun hayatı yaşarken, meselelere bakarken, hangi konuya yaklaşırsa yaklaşsın rehberliğini aradığı ve bulduğunu hissettiği, yaşadığı bir kitaptı.

2004 yılında editörlüğünü yaptığım İletişim Yayınlarından çıkan Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık cildinde "İslamcılık ve Kur'an" başlıklı bir yazı yazmıştı. Bu yazısında Türkiye’deki İslamcı hareketin gelişiminde Kur’an’a dönüş vurgusunun tarihi ve söylemsel temaları ortaya konulmuştur. Kur’an’ı İslamcı söylemin tükenmez bir kaynağı olarak gören hoca, Kur’an’a dönüş hareketini temsil eden bazı modernist yaklaşımları da olabildiğince hakkaniyetli bir eleştiriye tabi tutmuş, bununla birlikte sahih bir İslamcılık için Kur’an’ın temel bir referans kaynağı olarak ne kadar benimsenip benimsenmediğine dair de bir bilanço ortaya koymaya çalışmıştır. Tahmin edilebileceği gibi Şimşek hoca bu konuda çok iyimser değildir. Kur’an İslamcılar arasında bile hakettiği şekilde ve miktarda merkezi bir konumda bulunmamakta, ona karşı bazı gelenekler, kült şahıslar Kur’an’dan saptırıcı etkenler olarak devrede bulunmaktadırlar.[3]

Prof. Dr. Sait Şimşek Hoca Kurban Bayramının 1. gününün gecesi bu dünyadaki yolculuğunu tamamlayarak Hakk’a yürüdü. 2. gün Konya Meram İlahiyat Fakültesi Camiinde kılınan namazın ardından defnedildi. Tevafuk’a bakınız ki, Halil Gönenç’in kızı olan eşi Hikmet hanımı da tam 18 sene önce (2006) yine bir Kurban Bayramının ikinci günü toprağa vermişti.

Konya’nın, Türkiye’nin ve İslam aleminin kaybı büyük. Allah’tan kendisine rahmet bütün sevenlerine başsağlığı diliyorum. 

[1] https://www.yenisafak.com/yazarlar/yasin-aktay/halil-gonenc-hocaya-saygi-27396

[2] “Yıllar önce yine İslam, Kur’an, Sünnet, yorum, modernizm, tarihselcilik, hermenötik gibi konuların bolca ve hararetle tartışıldığı konferansların birindeyiz. Sanırım yine tarihselcilik iddiasında bulunuyor diye birilerinin “din elden gidiyor” telaşını sergileyip bunu savunanları neredeyse dinden çıkmakla itham ettiği bir oturumdu. Oturum başkanlığını Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Sait Şimşek yapıyordu. Olabildiğince sakin, telaşsız ve o bilge üslubuyla muhteşem bir ayar yapmıştı: “Birileri şunu veya bunu dedi diye din elden gitmez. Telaş etmeyin. Din Allah’ın dinidir. Allah dinini korur. Biz kendi halimize bakalım. Neyin telaşındayız?”

Bu soruyu o günden beri din adına konuşan herkesin hallerine bakarak sormanın sağlam bir ölçü olduğunu gördüm. Din elden gidiyor diye telaş edenler neyin telaşında gerçekten? Bu din hakikat dinidir. Hakikat ise güneş gibi, araya bulutlar da girse, geceler de gelip geçse ışığını başka herşeyin görülmesini temin edecek şekilde gösterir.

Tabi yine görene gösterir. Kimse kimseye vekil, kefil, müheymin veya musaytir değil. O halde insanları biraz farklı düşünüyor diye hemen din dışına, ehl-i sünnet dışına, millet dışına çıkarmaya bu kadar heveskâr olmanın anlamı ne?”

https://www.yenisafak.com/yazarlar/yasin-aktay/neyin-telasinda-neyin-endisesindeyiz-4554309

[3] Bkz. Sait Şimşek, İslamcılık ve Kur’an, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık, 6. Cilt, editör Yasin Aktay, İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 698-714.

Diğer Yazıları

Yorum Yaz